“Onunla olan en çok neyi özlüyorsun?” diye sormuşlar; Resulullah hayattayken bir çocuk olan sahabeye, yıllar sonra yaşlandığında Efendimiz’e dair en çok neyi özlediğini sormuşlar.
O’nunla beraber kuşları seyretmeyi özlediğini ve o anlarını hiç unutamadığını anlatmış…
Sadece sözleri değil, hâlinin sesi de çağları aşan şefkatli rehber…
İnsanoğlu da acayip bi şey ha; kulağının arkasından elma çıkaran adama hayretle alkış tutar ama kışın beyaz kefeninden sonra kurumuş odunların cansız elleri baharda elmalarla çıkar gelir, dikkat etmez.
Mucizevi bir âlemde yaşıyoruz… Her an bir mucizeye şahitlik ediyoruz, öyle ki alışmışız mucizelere ve artık “olağan” bakıyoruz. Dünün yumurtası bugün uçuyor…
O yumurtaya yazılan incecik yazgıyı yazan o mucizekâr sanatkâr, yumurtayla bütün kâinatın alakadar olduğuna bakarsak bütün kâinata hükmü geçen bir hâkim. Peki bütün kâinatın hâkimi olan bir Sultan hiç mümkün müdür ki kâinatı böyle derin sırlarla, gizlerle, yüksek ilimlerin ince ince işlediği süslendirmelerle donatsın; sonra da o teşhirgâha bu ince sırları açıp gösterecek, onlarla Sultan’ı tanıttırıp raiyetinden istediği nedir bildirip öğretecek, bu derin sırlar ne manaya geliyor ve ne söylüyorlar tarif edecek bir rehber tayin etmesin? Hiç mümkün müdür?!
“Sonra bir yaver-i ekremine sarayın hikmetlerini ve müştemilâtının manalarını bildirerek onu üstad ve tarif edici tayin etti. Tâ ki, sarayın Sâni’ini, sarayın müştemilâtıyla ahaliye tarif etsin…” (Risale-i Nur)

Kâinatın yaratılışındaki İlahî maksadları bilecek, bildirecek ve başka başka hallere giren hareketlerindeki Rabbânî hikmetlerini tâlim edecek

ve mevcudatın vazifeli memurlar gibi hareketlerindeki neticeleri ders verecek ve kâinatın mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın kemâlâtını ilân edecek ve “Nereden geliyorlar? Ve nereye gidecekler? Ve niçin buraya geliyorlar ve çok durmuyorlar, gidiyorlar?” diye dehşetli suallere cevap verecek

ve o kâinat denen kitab-ı kebîrin mânâlarını ve âyât-ı tekvîniyesinin hikmetlerini tefsir edecek bir yüksek dellâl, bir doğru keşşaf, bir muhakkik üstad, bir sadık muallim istediği ve gerektirdiği hâlde ve herhâlde bulunmasına delâlet ettiği cihetle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın hakkaniyetine ve bu kâinat Hâlık’ının en yüksek ve sadık bir memuru olduğuna bütün kâinat kuvvetli ve küllî şehadet edip اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ  der.

Tevhidin o nurani delili ve dellalı olan zât, zamanın iki kanadıyla da, icmâ ve tevatürle teyid ediliyor.

Geçmişin en nurani ve hakikatbin insanları birlik olup O’nun sözlerinde ittifak edip aynı hakikatlere parmak basıyorlar ve O’nu doğruluyorlar.

Tevrat ve İncil gibi kütüb-ü semâviyenin yüzler işârâtı O’nu (ASM) ve getirdiği hakikatleri haber veriyor. Hüseyin-i Cisrî Risale-i Hamidiyesinde yüz on dört işareti o kitaplardan çıkarmıştır. Tahriften sonra bu kadar bulunsa, elbette daha evvel çok açıklamalar varmış.

İrhâsât dediğimiz Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm’ın nübüvvetinden evvel zuhur eden harikalar -Mecusî milletinin taptığı ateşin sönmesi, Sava denizinin sularının çekilmesi, Kisrâ sarayının yıkılması ve gaipten yapılan hâtiflerin meşhur haberleri ve kâhinlerin mütevatir şehâdâtı- gibi olayların

ve peygamberliği zamanı şakk-ı kamer gibi binler mu’cizâtının delâlâtı ve getirdiği şeriatın hakkaniyeti ile O’nu (ASM) teyid ve tasdik ettikleri gibi;

zâtında gayet mükemmel ve övülmüş o güzeller güzeli ahlakı ve vazifesinde nihayet güzellikte çok kıymetli ve yüksek huyları, ve düşmanlarının dahi tasdikiyle kemal derecede güvenilirliği ve doğruluğu…

Hem imanının kuvvetini ve gayet itminanını ve nihayet vüsukunu gösteren fevkalâde takvâsı, fevkalâde ubûdiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metaneti, dâvâsında nihayet derecede sadık olduğunu güneş gibi âşikâre gösteriyor.

Allah’tan en çok korkan O olmuş, getirdiği ahkama en iyi O uymuş, günahlardan ve yasaklardan en çok ve nihayet dikkatle ve özenle o çekinmiş, sakınmış.

“Hem tebliğ ettiği ahkâmın sağlamlığına öyle bir vüsuk ve güvenmekle söylüyor ve davet ediyor ki, dünya toplansa, onu bir hükmünden geri çevirip pişman edemez. Buna şahit, bütün tarih-i hayatı ve Siyer-i Seniyesidir.

Hem öyle bir itmi’nân ile, bir itimad ile davet eder, tebliğ eder ki, kimseden minnet almaz, hiçbir müşkülâta karşı telâş etmez. Tereddütsüz, kemâl-i samimiyetle ve safvetle ve herkesten evvel kendisi amel edip kabul ederek, getirdiği ahkâmı ilân eder. Buna şahit ise, herkesçe, dost ve düşmanca malûm olan meşhur zühdü ve istiğnâsı ve dünyanın fâni müzeyyenâtına adem-i tenezzülüdür.

Hem getirdiği dine herkesten ziyade itaati ve Hâlıkına karşı herkesten ziyade ubûdiyeti ve menhiyâta karşı herkesten ziyade takvâsı kat’iyen gösterir ki, o, Sultan-ı Ezel ve Ebedin mübelliğidir, elçisidir. Ve o, Mâbud-u Bilhakkın en hâlis abdidir ve Kelâm-ı Ezelînin tercümanıdır.” (Risale-i Nur, On Dokuzuncu Mektub)

Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâm, kendine bizzat delildir. O’nu bizzat kendisinden tanıyıp siyer-i Nebisini okumalı ve en yakın şahitleri olan ashabının O’ndan bahsederken kullandığı cümlelere bakmalısınız.

“Ben mal istemiyorum. Hükümdarlık arzum da yok. Hatice’den başkasında da gözüm yok. Hasta da değilim. Ben sadece Allah’ın aciz bir kuluyum. O Allah ki beni size elçi olarak gönderdi. Bunu kabul ediyorsanız peşimden gelin. Aksi hâlde şunu aklınızdan hiç çıkarmayın, güneşi bir elime, ayı diğer elime koysanız bile bu davadan dönmem.” (Hazreti Muhammed ‎ﷺ)

(Bu konuya dair yazıyı yazarken faydalandığım Risale-i Nur tefsirlerinde şu kısımları dikkatle okumanızı tavsiye ederim:

Sözler: On Dokuzuncu Söz, Otuz Birinci Söz

Mektubat: On Dokuzuncu Mektub

Şualar: On Beşinci Şua)