“Ah şimdiden öyle çok özledim ki, yine gidebilsem keşke…”

 

En yakınında ne varsa tutup suratına fışkırtmak istiyorsun. Bir leopar gibi, dur bir dakika, niye kibar kibar bir leopar olsun. Hiç de kibar olmayan bir goril gibi üstüne atlayıp bir yandan  “ya olum sen yeni gitmedin mi be ne bencil şeysin bırak biraz da biz gidelim” derken bir yandan da yamultmak istiyorsun.

 

Şairin de dediği gibi, kalkıp gitmek istediğimiz yerlere kalkıp gidemeyince biz de dalıp gidiyoruz.

 

Hemen şu anda, her şeyi bir kenara sallayıp müthiş bir yolculuğa çıkmaya ne dersin?

 

O zaman tak kemerleri! Çünkü uçuyoruz ve hadi yine ballısın, cam kenarındasın. Solunda da baban oturuyor. Gece yolculuğu bu ve hava biraz bulutlu. Ama yine de bu hal aşağıda görünen şehir ışıklarını seyretmene engel olamıyor. Göstergeye göre çok hızlı şekilde kıtaları aşıp denizlerin üzerinden doğru süzülüyorsunuz. Ve sen de camdan ışıklarla yaldızlı adaları seyrediyorsun. Biraz sonra uçakta ışıklar söndürülüyor. Baban uykuya dalıyor ama senin için kıpır kıpır. Uyuyup da ne yapacaksın ki, zaten rüya gibi… Yeryüzünde aşağıdan baktığın yıldızlar şimdi gözlerinin hizasında ve sanki yıldızların arasında yolculuk ediyorsun. Nereye mi?

Yıldızların da aslında ışıldayan gözlermişçesine yeryüzüne bakıp hayran hayran seyrettiği bir yere…

 

Sonra, uykuya dalıyorsun…

 

Gözlerini açtığında güneş doğuyor yavaş yavaş. Bulutların üzerinden güneşin yeryüzüne sabah oluşunu seyrediyorsun. Birazdan ineceksiniz. Meğer çok uzak sandığın yer 3 saatlik bir mesafeymiş. Hatta sen cahil cahil ekvatorun altında falan sanıyordun ya, değilmiş 😁

 

Uçak inişe geçiyor. Uçarken korkmadın tabi de şu inerken lambur lumbur sallanmasa daha iyi olacak. Tekerlekler yere çarpa çarpa inmeye sürüşürken senin de kalbin hop hop ediyor😨

Nihayet iniyorsunuz. Eşyalarınızı alıp havaalanını terk ederken Cidde’nin sıcak ve nemli rüzgârı yüzüne çarpıyor. Etrafta uzun uzun palmiye ağaçları var. Oranın belediyesi bu iklim şartlarında renk renk lale dikemiyor tabii. Sıcak yüzüne yüzüne çarparken içinde fırtınalar kopuyor. Günlerdir hayaliyle yatıp kalktığın günün sabahı bu.

 

Eski bir minibüs tarzında bir şeye biniyorsunuz bütün kafile. Ve yol alıyorsunuz Mekke’ye…

 

Uçakta niyet etmiştiniz umre için ve şu an umre yasakları içerisindesin. Yol boyunca yasakları hatırlatıyor rehberler.

 

Derken vakit geliyor.  Kafile başkanı, indiğiniz zaman size başlarınızı eğmenizi söylüyor.

Çünkü Kâbe’yi ilk gördüğünüzde edeceğiniz duanın kabul müjdesi var.

Yere baka baka toprak yolda yürürken biraz sonra beyaz mermerlere basmaya başlıyorsunuz. Yaklaştınız. İçinizden, her Lebbeyk deyişinizde Rabbiniz’in işittiğini bilerek, Lebbeyk duasını okuyorsunuz. Sonra bir kapının önüne gelip ayakkabılarınızı çıkartıyorsunuz ve poşetinize koyuyorsunuz. Yanlışlıkla kafamı kaldıracağım da Kâbe’yi hazırlıksız göreceğim korkusuyla çeneniz neredeyse boğazınıza yapışacak şekilde durduğundan nerelerden geçtiniz, bu hangi kapı, şimdi nereye girdiniz bilmiyorsunuz. Bu ilk. Hiç unutmayacakların arasında da ilk.

Kapalı bir yerden kalabalıklar arasında mermerlere basarak yürümeye başlıyorsunuz. Sonra açık hava bir alana çıkıyorsunuz. Kalabalık sesleri, kalbinizin gürültüsü ve peşinden “şimdi kafanızı kaldırın” sesi…

 

O ân var ya…

Hani herkes dönünce soracak sana “Kâbe’yi görünce hangi duayı ettin he he ne dedin ne dedin?” diye.

Kime ne…

O ân için bir sürü plan kurmuştun, bir sürü dua etmeyi aklından geçirmiştin.

Ama işte o ân gelince anlıyorsun ki; meğerse, dünyalar dolusu şey arasından senin yüreciğin en derinden sadece bir şeyi hasretle istiyormuş.

 

İşte o ân var ya, Rabbinden sadece bir şey istiyorsun:

Rabbini…

 

Allah’ım diye başlayıp, bir an susup, sonra her dediğinin içine o ilk söylediğin kelimeyi yani “Allah’ım”ı sızdırıyorsun.

O ân ikinize özel. O ân, mahşere kadar saklayacağın bir sır. O ân sadece O var.

 

Sonra Hacer-ül Esved’i uzaktan selâmlayıp tavaf yapmaya başlıyorsunuz.

Ve sen de zerrelerden gezegenlere dek her şeyin saf tuttuğu o zikir meclisinde aşık Mevleviler gibi dönen halkaya katılıyorsun…

 

Mekke’nin günleri sıcaktır. Ama nemli olmadığı için öyle çok bunaltmaz. Gecen gündüzün yoktur orada. Gece bir parça uyuyup Kâbe’ye teheccüd namazı kılmaya gidersin. Teheccüd ezanı da okunur. Sonra sabah ezanına dek tavaf yaparsın. Ezan okununca sabah namazına durulur. Ama yalapşap yat-kalk yat-kalk şeklinde değildir sabah namazları. Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm gibi sünnetini kısa tutup farzında uzun uzun sureler okur imam. Sabah namazından sonra da hemen tavaf yapmaya gidiyorsunuz. 7. şavtı dönerken güneş de doğuyordur. Sabahın ilk ışıkları Kâbe’ye vururken kuşlar uçmaya başlar etrafında. Pasparlak bir gökyüzü, bembeyaz taştan yerler, bembeyaz ihramlı insanlar, simsiyah Kâbe, etrafında uçuşan kuşlar… Bu sahneyi ömrün boyunca unutamayacaksın.

 

Bir gece tam yatsıyı kılmışsın vitiri de kılacakken baban kapıya geliyor. “Haydi” diyor, “Sevr Dağı’na çıkacaklarmış biz de gidelim. Koş koş!”

Yav bu şimdi mi denir, sen yatmaya yakın darmadağınsın, uyuyup teheccüde kalkacaktın. Daha vitiri kılmadın. Ama beklemezler ki. Koştura koştura üstüne feraceni geçirip başörtünü takıyorsun. Sonra bir otobüse binip Sevr Dağı’nın eteğinde iniyorsunuz. Sevr çok yüksek, 728 metre kadar.

Sen Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm‘ın hicret edişini kitaplarda okurken hiç böyle hayal etmemiştin. Meğerse O burayı özellikle stratejik olarak seçmiş. Medine’ye başka birçok şekilde gidebilecekken müşriklerin peşine düşme ihtimaline karşı bu zorlu dağı bilerek seçmiş. Sevr zorlu yolları olan, bol bol mağaralı, çıkıntılı, taşlı bir dağ. Çıkmaya başlıyorsunuz. Yolları merdiven şekline getirmişler ama çıkarken yine de o kadar zorlanıyorsunuz ki, O buralardan merdivensiz kim bilir ne zorluklarla çıkmıştır diyorsun. Hiç sokak lambası yok. Gecenin karanlığında bir dağa tırmanırken yolunuzu sadece dolunay aydınlatıyor. Ama, o ışık yetiyor. Babanla sen önden yürürken kafile gerinizde kalıyor. Kenarda bir alan görüyorsunuz. Kâbe’nin ışıklarının geldiği yöne dönüp ay ışığında niyet ediyorsun. Allahu Ekber deyişin iliklerini titretirken ve orada ay ışığı secdeni aydınlatırken vitir namazını kılıyorsun. Tırmanmaya devam ediyorsunuz. Nihayet tepeye ulaştığınızda Mekke’ye şöyle bir dönüyorsun. Aklına “Vallahi, sen Allah’ın yarattığı yerlerin en ha­yırlısı, Allah katında en sevgili olanısın! Bana senden daha sevgili, daha güzel yurt yoktur! Çıkarılmaya zorlanmamış olsaydım, senden asla ayrılmaz, senden başka yerde yurt yuva tutmazdım” (1) diye Mekke’ye seslenişi geliyor Efendimizin. Öyle bakıyorsunuz oraya, Resulullah Aleyhissalâtü Vesselâm‘ın memleketine…

Mağarayı görüyorsun, şaşırıp kalıyorsun. Gerçekten düşmanların görmemesi mucize olacak kadar var. Hele bir de kokusu… Kesin koku dökmüşlerdir diyor herkesin şeytanı ama o aralarda bir ara aldığın bir koku var ki, başka birkaç yerde de o koku hissettirecek sana kendini… “O buradaydı” diyorsun içinden sessizce.

 

Ertesi gün öğlen Kâbe’ye gidiyorsunuz yine. Bu sıcakta kalabalık olmaz diye düşünmekte haklısın, daha tenha. Kâbe’yi tavaf ederken, fark ediyorsun ki, spiral gibi dönüyorsunuz ve sen her dönüşünde biraz daha yaklaşıyorsun ona.

Sonra bir bakıyorsun, aranızda iki sıra kalmış.

Sonra aniden bir boşluk yakalıyorsun.

Bir anda kollarını uzatıyorsun Kâbe’nin duvarlarına.

O ân aklın, gerçekten de uçuyor. O ân başka her şey duman oluyor ve hiçbir şey düşünemeden yanağını onun kokulu örtüsüne yapıştırıyorsun.

Her şey silindi.

Ve elinde olmadan gözyaşların dökülmeye başlıyor.

İşte… Yine “Allah’ım” derken buluyorsun kendini.

Allah’tan başka herkesi unutan bir meczup gibi.

Ev, araba, iş, eş yok.

“Allah’ım! Sen… Sen…” diye hıçkırabiliyorsun sadece. İyi ki Rabbin sen konuşmadan da yüreğinin en gizli fısıltılarını işitiyor.

O’na bırakıyorsun.

O’ndan başka her şeyi unutup, her şeyi O’na bırakıyorsun.

Kendini dahi unutuyorsun da O’nu unutamıyorsun.

Kâbe’nin misk kokusunu solurken anlıyorsun kokunun nasıl Allah’ı zikrettiğini.

O zaman anlıyorsun Yunus Emre “Cennet bağının gülleri/Kokar Allah deyu deyu” derken neyden bahsediyormuş…

 

 

Her gün gezilecek çok yer var, ama ben hepsini yazarsam roman olur. Nur Dağı’na çıktığımız bir geceyle devam edelim.

Yine babanın paldır küldür zamansız bir haberiyle şipşak hazırlanıp kendini dışarı atıyorsun. Yine bir gece. Çünkü gündüz güneş altında çok zahmetli oluyormuş. Nur Dağı’nın eteğine gelip yukarı çıkmaya başlıyorsunuz.

 

O Aleyhissalâtü Vesselâm da geçmişti bu geçtiğin yoldan… Dünya ruhunu sıktığında Hira’sına çekilişleri geliyor aklına. İnsanların; cahilliği, putlara tapışları, kızlarının daha ölmemişken tertemiz ciğerlerine toprak doldurup öldürüşleri… Onlardan kaçıp Hira’sına çekildiği, uzun uzun Rabbiyle dertleştiği, Rabbiyle baş başa geceler…

Tepeye ulaşıyorsunuz. Mağarada yine o koku çalıyor burnuna.

Sonra Kâbe’nin olduğu tarafa dönüyor başın.

Derin bir nefes veriyorsun.

Kafanı kaldırıyorsun simsiyah gökyüzüne.

Böyle simsiyah bir gecede tek başınayken, bu göğü Cebrail Aleyhisselâm‘ın kanatlarıyla kaplayışı geliyor aklına.

Sonra “Oku!” deyişi.

Kemiklerin birbirine geçiyor senin de hatırladıkça…

“Neyi okuyayım?” diye sorunca

“Oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku!” diye dağı taşı titreten sesini işitiyor gibi ürperiyorsun.

İşte okumayı sökmenin sırrı… Yaratan Rabbinin adıyla okumak. Baktığın ne varsa onu yaratıp terbiye eden Allah’ın, kâinat kitabına yazdığı satırları görmek ve O’nun namıyla okumak.

O gece nasıl da korkmuştu Efendimiz…

Çıktığın yola çeviriyorsun başını. O Aleyhissalâtü Vesselâm‘ın korkuyla aşağı nasıl koştuğunu hatırlıyorsun. Nefes nefese koşarken; taşlardan, ağaçlardan gelen salât-ü Selâm seslerini işitip daha da hızlı koşuşunu…

Düşünün şimdi, eşiniz eve koşa koşa, nefes nefese geliyor. “Beni örtünüz, beni örtünüz” diyor.

Titriyor.

Sen ne yaparsın? “Ne oldu, ay ne oldu, ay çatlatmasana” derken panikten kendini kaybetmen çok olası.

Annemiz, eşini örtüyor, O’nu rahatlatıyor.

“Korkuyorum ey Hatice! Bana bir zararın gel­me­sinden korkuyorum!” dediğinde ise O’na neyden korkuyorsun diye bile sormadan “Hayır, Allah’a yemin ederim ki, Allah seni asla utandırmaz. Çünkü sen akrabana bakarsın, işini görmekten aciz olanların yüklerini çekersin, yoksula verir, hiçbir şeyi olmayana bağışta bulunursun, misafiri ağırlarsın, bir felakete uğrayana yardım edersin.” diye teselli etmeye başlıyor. Kalbinden hüznü vakum gibi çekip alıyor.

Öyle sadık, öyle vefalı, öyle şefkatli ve öyle aşık bir eş. Resûlullah Efendimiz sıcak Mekke güneşinde insanlara tebliğ etmeye gittiğinde o da dışarıda güneşin altında O’nu beklermiş. O, güneşin altında yanarken; kendisi, gölgede olmayı yediremezmiş.

 

Böylece Mekke’de günler bitiyor ve Medine’ye doğru yola çıkacağınız sabah geliyor. Cuma namazına Medine’ye yetişmek için erkenden yola çıkıyorsunuz. Yolda uyuyakalıyorsun. Uyandığında çöl benzeri yollarda olduğunu ve yol kenarlarındaki deve sürülerini görüyorsun. Bir müddet sonra Medine’ye giriyorsunuz. Burası hep ecdadımızın izleriyle dolu. Şehrin girişinde ecdadımızdan kalma, gelenlerin temizlenip boy abdesti alabileceği ve böylece Medine’ye tertemiz girebileceği yerlerin kalıntıları varmış. Hicaz Demiryolunun son durağı olan Medine Garı, Sultan II. Abdülhamit Han tarafından Medine’de yaptırılan eserlerden biridir. Sevgili Peygamberimiz rahatsız olmasın diye gar binası Medine şehir girişine yapılmıştır ve trenden inenlerin yönü Ravza istikametidir. Böylece trenden inenler ilk önce Rasûlullah Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm‘ın  Kabr-i Şeriflerini görecekler ve O’nu selâmlayacaklardır. Ayrıca gürültü çıkarmasın diye Medine’ye giren raylara keçe döşenmiştir.

Bu ince düşünceler “Ey iman edenler! Seslerinizi, Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin.” (Hucurât Suresi 2) âyet-i kerimesine itaat aşkındandır esasen. Bu yüzden Medine’de en dikkat edeceğin şeydir her an O Sallallahu Aleyhi ve Sellem‘in huzurundaymışçasına edebini takınmak. Hatta ecdadımızın şu inceliği seni hayretlere düşürüyor rehber anlattıkça: Mescid-i Nebevî’yi yenileme çalışmalarında çalışan ustalar birbirlerinden çekiç taş artık ne lazımsa isterken Resulullah Efendimiz’e rahatsızlık vermemek düşüncesiyle “La ilahe illallah”, “Subhanallah” gibi zikirlerle çağırırlarmış, böyle kodlamışlar aralarında.

 

Medine…

 

Mekke gibi değil havası. Öyle latif, öyle hoş ki… Hicret edince muhacirler Medine’ye, ağır bir şekilde hastalanmışlar. Mekke’yi öyle çok özlerler ki o hastalık vakti, hasret gözyaşlarına ve ağıtlarına Resulullah Aleyhissalâtü Vesselâm‘ın gönlü daha dayanamaz. “Allah’ım! Mekke’yi bize sevdirdiğin gibi Medine’yi de sevdir. Veya onu daha fazla sevdir.  Allah’ım! Onu (havasını) sağlam ve selim kıl.” (2) diye dua eder.

 

Öyle güzel bir hava işte.

Ve insanları da çok başka. Buralar ensar kokuyor. Hani muhacir kardeşlerine her şeylerini feda edip onları ailesinden ayırmayan ensar…

 

Otele geliyorsunuz ve eşyalarınızı bırakıyorsunuz. Cumaya yetişmek için aceleyle otelden çıkıyorsun babanla. Mescid-i Nebevî’ye doğru yürürken içindeki hissi tarif edemiyorsun. Şu an Resûlullah’a çok yakınsın. Uzaktan hangi fotoğrafta ne şekilde görürsen gör tanıyacağın o minareleri görüyorsun. Her adımını nazikçe atıyorsun bu şehirde. Yollar kalabalık ama ses çok az. Medine’nin en unutulmaz özelliklerinden biri de ne kadar kalabalık olursa olsun edepten yükselmeyen sesleridir…

Gündüzleri açılan o devasa şemsiyeleri görüyorsun ilk vardığında.

İçeriye yetişemedin, dışarıda o beyaz taşların üstünde seriyorsun seccadeni. Daha yeşil kubbeyi göremedin şemsiyelerden.

Namazdan sonra o tarafa doğru yürümeye başlıyorsunuz. İçeride kabr-i şerifi ziyaret edeceksiniz. Burada hanımlar ve erkekler ayrı olduğu için hanımlar kısmıyla devam ediyorum.

 

Ayakkabılarını ayakkabılığa koyup hanımlara ayrılan kapıdan içeri girince, her tarafı kırmızı halılarla döşeli mescidin huzurlu gölgesi altına giriyorsun. Kafile halinde içeri doğru yürümeye başlıyorsunuz. Kubbelerin altından, sütunların yanlarından geçiyorsunuz. O kadar büyük ki Mescid-i Nebevî, birçok yerden geçtiniz. Mescidin her tarafında kitaplıklar, kitaplıklarda da yeşil Kur’an-ı Kerimler var. Yeşil halılar örtülü olan kabr-i şerifin olduğu kısım çok kalabalık olduğu için ve başka bir sürü milletten bir sürü kafile olduğu için sırayla kafile kafile içeri alıyor görevliler sizi. O zamana kadar kırmızı halının üstünde oturup bekliyorsunuz. Biraz ötenizde üstü açık bir alan var. Yağmur yağınca halılar ıslanmıyor mu acaba diye düşünürken kafanı kaldırıyorsun yukarı. Nefesin kesiliyor. Altın rengi kubbenin üzerinde turkuvaz işlemeler ve kubbenin altında içeride uçuşan kuşları görünce hayranlıktan nefesin kesiliyor.

Biraz sonra o üstü açık alandaki halının üstüne gelip oturuyorsun. Sonra… Kafanı kaldırınca yeşil kubbeyi görüyorsun. Gözlerini alamıyorsun, gözlerini kırpamıyorsun. Çok ilginç şeyler oluyor burada. Mesela o an nasıl oldu da kalbin durmadı hayret bir şey. Nasıl oldu da kendinden geçip bayılmadın, nasıl oldu da o halının üstüne yığılıp kalmadın bunları hiç anlamıyorsun ve gözlerini kırpmadan yeşile bakarken, sıranın sizin kafileye geldiğini söylüyorlar.

İçeri giriyorsunuz, erkeklerin olduğu tarafla sizinkini ayıran perde gözüne çarpıyor, sonrasında da perdenin nerede olduğu… “Evimle minberim arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir.” buyurduğu, yeşil halılar serili olan yer.

Çok kalabalık ve başka ülkelerden çok farklı insanlar var, size çarpa çarpa ilerleyenler oluyor. Canın da yanıyor zaman zaman. Ama gıkını çıkarmıyorsun. Çünkü, O senin burada sakın şikayet ettiğini işitmesin istiyorsun. Sabredip yutkunuyorsun. Yeşil halının üstünde namazını kılıp kendini dışarı atıyorsun. Kalabalık olması seni üzüyor. Keşke gitmeden rahat bir zamanda tekrar gelebilsen… Hadi inşâAllah 😉

 

Dışarı çıkıp şemsiyelerin gölgesinde yürürken babanı görüyorsun. Orada uygun bir yer görüp beyaz taşların üstüne oturuyorsunuz. Baban sana annenin çantanıza koyduğu bademlerden uzatıyor. Yan tarafınızda da beyaz gömlekli minnak bir Arap çocuğu var. Baban ona da uzatıyor, çocuk ince sesiyle “Şükran!” diyor ve utanıp kaçıyor.

Mescid-i Nebevî’de ılık bir akşamüzeri vakti… Huzur mu? Hiç olmadığı kadar…

 

Ertesi gün gezilecek yerleri gezmeye götürüyorlar sizi; Mescid-i Kuba, Mescid-i Kıbleteyn, Uhud…

Uhud’da şehit mezarlığının oradayken yanındaki bir ablan kolunu çekiştiriyor. O daha önce de iki kez gelmiş, buraları hep biliyor. “Gel haydi, sana bir şey göstereceğim” diyor. Merakla, insanlara çaktırmadan gizli gizli mezarlığın arka tarafına getiriyor seni. Mezarlığın etrafı cam gibi şeffaf bir şeyle çevrili aslında ama o bir yer buluyor camı kırılmış olan. Önce o başını uzatıp derin bir nefes alıyor. “Oh…” diyor, “ben bu kokuyu nerde olsam tanırım”. Aklına Sevr’de de öyle dediği geliyor ve hemen sabırsızca sen de burnunu uzatıyorsun içeri. O koku işte… Bu bir sır mı, Cennet’ten mi bilmiyorsun ama fark ediyorsun ki: şu an karşında Hazreti Hamza, Musab bin Umeyr ve daha niceleri yatıyor. Ve siz farkında değilsiniz ama onlar ölü değiller. Burası zâhirde böyle görünürken şehadet perdesi kalksa kim bilir burası nasıl bir yer…

 

Uhud’a yüreğinden koca bir parçayı gömüyorsun, sonra otele dönüyorsunuz. Akşam ezanına yakın hazırlanıp yemekten sonra da tekrar Ravza’ya gideceksiniz. Bu gece son gece. Yarın sabah döneceksiniz. Hazırlanmaya başlıyorsun ve bu geceyi mescide, Efendimiz Sallallahu Aleyhi Sellem‘e yakın geçirmeye karar veriyorsun. Bavulunda yeşil başörtün çarpıyor gözüne. Bunu sırf yeşil kubbeyi hatırlattığı için almıştın. Siyah iple beraber dokunmuş ve gayet koyu olduğu için, aynı zamanda gece olduğu için onu takıyorsun. Mescide yürürken baban sana içecek bir şey almak istiyor. Orada portakal suyu satan bir yer görüyorsunuz. Şeker yüzlü bir adam, portakalı gözünün önünde sana sıkıyor ve bardağı uzatıyor. Ay o da ne! Arada cam var ve sen de bu numarayı yiyip cama elini uzatıyorsun bardağı alacağım diye. Adam gülüyor ve bardağı camın üstünden doğru veriyor sana. Heh, giderayak bir ensar samimiyeti de yaşamış oldun. Elhamdülillah 🙂

 

Babanla kapıda ayrılıyorsunuz. Ve sen hanımlar girişinin olduğu kapıya gitmek için yürümeye başlıyorsun. O kadar büyük ki burası, ve bir sorun var: sen genelde düz yolda bile kaybolan birisin. Yürü yürü bir türlü girişi bulamıyorsun. Oradan oraya mescidin etrafında yürürken yol hiç bitmiyor ve her defasında sanki bambaşka bir yerden yürüyorsun. Yeşil kubbeyi görsen biraz daha rahatlayacaksın ama yok bir türlü bulamıyorsun.

Sonra, sanki şu anda kayıp olan sen değilmişsin gibi, her şeyi boş verircesine diline bir ilahi takılıyor.

Fark ediyorsun ki, burası kaybolmak için harika bir yer.

Burası Medine ve sen Ravza’nın bağrında yatan Resul’den bir an dahi ayrı değilsin.

Burası dünyanın en güzel yeri…

En Güzel’in yanı…

Islanmak istediğin yağmur…

Her sokakta şefkatini kokladığın şehirde, başka her nereye gidersen buranın hasretini çektiğin bir yerde…

Kaybolmaktan korkmadığın yer.

Kaybolmak istediğin yer.

Kilometrelerce uzakta yaşasan da bir ömür, yine dönüp dolaşıp gömülmek istediğin yer…

 

Nihayet girişi bulup içeri giriyorsun. Kafilenden kimse yok yanında, bu gece baş başa kalmak istiyorsun O’nunla. İçeri gidip kubbeler altından geçerken orada başka bir Türk kafilesi görüyorsun. “Bunlar birazdan kesin Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem‘in kabrini ziyaret edecek. En iyisi çaktırmadan peşlerine takılayım böylece onlarla ben de içeri girebilirim belki.” diye düşünüyorsun.

Kenara oturuyorsun. Onlar ilerledikçe sen de ilerliyorsun. Başlarındaki kadın seni fark ediyor ve kim bu yabancı diye sana garip garip baksa da hiç çaktırmıyorsun. Sanki sen buraların meczubuymuşsun da buralarda böyle gezermişsin gibi davranıyorsun. Açık alana çıktınız. Gecenin örtemediği yeşil kubbe gözbebeklerinde, salavatlar dilinde…

 

İçeri giriyorlar.

 

Ve sen de girdin. Gecenin çok geç bir saati olduğundan sizden başka kimse yok, çok tenha. Doya doya Cennet bahçesinde namaz kılıyorsun. Görevliler “haydi artık yeter bu kadar” diye sizi çıkarmak isteyene kadar…

Ayrılık vakti.

Her ayrılığa dayandın ayrılık olmadan kavuşmak olmaz diyerek.

Ama yetemiyor bu teselli şu an sana. Arkanı dönemiyorsun.

Arkanı dönüp gidemiyorsun. Geri geri birkaç adım atıyorsun. Vefatı zamanında “Resûlullah yerin altında yatarken ben yerin üstünde yürüyemiyorum” diye Medine’den giden Hazreti Bilal geliyor aklına. Sen de yürüyemiyorsun işte… Ama gidemiyorsun da buradan… Buradan nasıl gidilir aklına sığıştıramıyorsun. İnsanlar sağından solundan ters yöne yürürken senin için zaman duruyor.

Derler ki, buralarda bir eşyanı unutursan buraya tekrar gelirmişsin.

Sen, şu anda kendini unutuyorsun burada sanki. Şimdi çıkarsan daha ne zaman döneceksin kim bilir. Dayanılacak gibi değil.

Bir şekilde kendini dışarı atıp mescidin diğer tarafına yürüyorsun.

Gözyaşlarını tutmaya tenezzül bile etmeden bir sütunun altına çöküyorsun.

Gece uzun…

İbadet etmeye başlıyorsun. Sonra bir uyku bastırıyor. Uyumamak için çok savaşsan da uyuyakalıyorsun.

 

Uyandığında fark ediyorsun ki sabah ezanına çok az var ve sen uyuduğun için abdest almalısın tekrar. Etrafta çok az insan var ve mescidin çoğu yerinde ışıklar kapatılmış. Ayakkabılıkta terliklerini arıyorsun. Allah Allah… Nereye gider bunlar. Hiçbir yerde yok. Oradan oraya, oradan oraya koşturup her yere bakıyorsun. Canına minnet keşke içerde kalsan ama abdest alıp namaza yetişmen gerek. Nerede bu terlikler!

 

Neredeyse ümidi kesecekken oradan geçen bir kadın Türk olduğunu fark edip sana ne olduğunu soruyor. “Terliklerimi bulamıyorum…” diyorsun. “Burada bir şeyini unutursan tekrar gelirmişsin” diyor sana. Biliyorsun. Keşke bulamasan. Ama ne yapacağını da bilemiyorsun.

Sonra nasıl olduysa buluveriyorsun. Kahrediyor içini bu kaybettiğini bulmak. Tekrar gelememekten ödün patlıyor çünkü.

 

Sabah namazı vakti, dışarıda açık havada cemaatin yanına gidiyorsun. Oturup imamı beklerken yanındaki kadın sana nereli olduğunu sormaya çalışıyor. Dilinizi bilmiyorsunuz ama siz kardeşsiniz, anlıyorsunuz kalbinizden geçeni. “Türkiye…” diyorsun.

Kadın bunu duyunca, öyle içten gülümsüyor ki… Elini kalbinin üzerine koyuyor. Ve sonra sana “Turkıya… Turkıya habibi…” diyor.

İçin eriveriyor… Habibin “sevgili” demek olduğunu biliyorsun. “Sen nerelisin” demeye çalışıyorsun.

“Filistin…” diyor.

Sen de elini kalbine koyup bütün gönlünle “Filistin habibi…” deyip gülümsüyorsun.

Gözleriniz doluyor ikinizin de, bakışlarınızı kaçırıyorsunuz.

Biraz sonra namaza kamet getiriliyor ve omuz omuza bir olan Hâlık’ınızın huzurunda saf tutuyorsunuz.

 

Güneş doğarken şemsiyeler yavaş yavaş açılmaya başlıyor.

Medine’nin gökyüzü çok başkadır. Orada güneş doğarken de güneş batarken de bulutlar gül gibi öyle kızarır ki, neredeyse kokusunu duyarsınız.

Nasıl gideceksin buradan aklına bile getiremiyorsun.

Babanla buluşup otele doğru yürürken için kan ağlıyor.

Sabah namazıyla gün başlıyor burada ve sokaklarda insanlar rızık kazanmak için tezgâhlarını açıyorlar. Aralarından geçerken, daha oradayken bile özlediğini hissediyorsun.

Bu, Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâm‘ın duasının kabulü olsa gerek. Çünkü şu an yeryüzünde sana en sevgili yerin burası olduğunu hissediyorsun…

 

Zaman gelip çatıyor ve kendini uçağa binerken buluyorsun. Koltuğuna oturduğunda daha fazla tutamadığın hıçkırıklar sessiz sessiz çıkmaya ve gözyaşların dökülmeye başlıyor. Bu ânı var ya, bu ânı ömrün boyunca anlayamayacaksın.

Hayatında binlerce kez saçmaladın, binlerce kez anlamsızca davranışın oldu. Ama hiçbiri seni bu ân kadar pişman etmeyecek.

İçinden bağırıyorsun “Ya sen nasıl buradan gidebilirsin, nasıl adımını atabildin uçağa, nasıl hala nefes alabiliyorsun nasıl nasıl…” diye kursağına dizilirken hıçkırıklar, ömrünün bütün geri kalanı boyunca kendini affedemeyeceksin.

Belki mecbursun gitmeye, ama işte…

Medine…

 

💚“Ey insanlar! Ey müslümanlar! Böyle hadsiz bir şefkatiyle sizi irşad eden ve sizin menfaatiniz için bütün kuvvetini sarfeden ve manevî yaralarınız için kemal-i şefkatle getirdiği ahkâm ve sünnet-i seniyesiyle tedavi edip merhem vuran şefkatperver bir zâtın bedihî şefkatini inkâr etmek ve göz ile görünen re’fetini ittiham etmek derecesinde onun sünnetinden ve tebliğ ettiği ahkâmdan yüzlerinizi çevirmek, ne kadar vicdansızlık, ne kadar akılsızlık olduğunu biliniz!”💚
(Risale-i Nur – Lem’alar)

 

 

 

 

(1) İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 181; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 176.

(2) Buharî, Sahih, 3/30, 5/84; 7/151, 158; 8/99; Müslim, Sahih, kıtabu’l-hacc, 480; İmam Ahmed, Musned, 6/56; Beyhakî, Sunenu’l-Kubra, 3/332; Delaılu’n-Nubuvve, 2/283, 284, 285, 566; ibn Kesir, el-Bıdaye ve’n-Nıhaye, 3/221, 222, 223; Tarıhu İbn Asakır, 3/309, 10/320.