Akıntıya karşı yüzenler iyi bilir:

Gittikçe kolların ağrımaya başlar, sonra nefesin yetmemeye ve kesilmeye başlar. Daha fazla nefes alabilmek için ağzını açarsın, içine su dolar. Genzin yanar. Ve sonra gözlerin. Öksürmeye başlarsın, öksürdükçe de ciğerlerin…

Akıntıya karşı yüzmek zordur. Hele bir de bu zorluğa zorundaysan…

Sabretmen gerekir.

Sabır demek pes edip kabullenmek demek değildir. Sabır, zorluğa teslim olmadan sonuna kadar mücadele etmektir.

Allah için sabretmek, Allah için direnmek ve Allah’tan başka kimsenin önünde eğilmemektir.

Bu yüzden sabır, cennet ehlinin meziyetidir.

Akıntıya teslim olan çer çöpe inat, son gücüne dek teslim olmayanlardır kahramanlar…

Bir de akıntının yönünü değiştirmek sevdasına kapılanları vardır bu kahramanların.

“Ya İstanbul beni alacak ya da ben İstanbul’u!” diye ahdedip sonra akıntının yönünü değiştiren bir kumandan gibi…

Çağ açıp çağ kapatan bir kumandan…

Gemileri karadan kızaklarla yüzdüren, akıntıya karşı kulaçlar yetmezmiş gibi bir de toprağı yara yara ilerleyen bir orduya kumandan…

“Bu imkânsız!” diyenlere “İmkânın sınırlarını görebilmek için imkânsızı denemek lazım!” diye resti çeken kumandan…

Henüz yedi yaşlarında, hocası Akşemseddin Hazretleri kulağına eğildi ve fısıldadı:

“Hedefini tespit etmelisin.”

Hedef tespit edildi: Hazreti Peygamber Aleyhissalâtu Vesselâm’ın geleceğini haber verip övdüğü o kumandan olmak:

“Konstantiniyye fethedilecektir. Onu fethedecek olan kumandan ne güzel kumandan ve onun ordusu ne güzel ordudur.”

Akşemseddin Hazretleri hedef tespitinden sonra şu öğüdü verdi Mehmet’e:

“Dağ ne kadar yüksek olursa olsun, yol onun üzerinden geçer. Sen dağ olmaya heveslenme, asla gururlanma; yol ol ki, herkes senin üzerinden geçerken, sen dağların bile üzerinden geçesin.”

“Hocam, ya şartlar elverişli olmazsa?” diye sordu Mehmet. Akşemseddin Hazretleri hiç duraksamadan cevap verdi:

“Şartlara teslim olmazsan şartlar değişir, sana teslim olurlar. Çok çalışır, çok dua eder ve çok istersen Allah’ın rahmeti tecelli eder, rahmet tecelli ettiğinde nice olmazlar tahakkuk eder.”

Ve yıllar geçti, tahta çıkmak zamanı geldi. Sultan Mehmet için akıntıya karşı yüzmek zamanı başlamıştı. Artık vakit, üstüne üstüne gelip onu geriye iten sulara göğüs germek vaktiydi.

Sadrazam Çandarlı Halil Paşa, gencecik padişahın niyetini duyar duymaz telaşlandı. Bu küçük padişah, bir çocukluk edip Bizans’ın üzerine yürümeye kalkarsa Osmanlı mülkünü zayi edebilirdi hatta Osmanlı elden gidebilirdi. 

Hışımla genç padişahın huzuruna girdi ve selamı bile unutup sordu:

“Sen ümmet-i Muhammed’i hisar önünde telef etmek mi istersün?”

Genç Hünkâr, baba yadigârı sadrazamının öfkelenmesinin sebebini duymak istiyordu:

“Kangi sebepten ümmet telef olubdur koca vezirum?”

“Bizans’ı feth itmeğe and virmişsün. Ümmetun telefatine başkaca sebep ne lâzım?”

“Beli, and virdük. Ya biz Bizans’ı ya Bizans bizi alacak dedük! Bir mahzuru mu var?”

“Elbette!” diye cevap verdi sadrazam. Konuşurken uzunca sakalı titriyordu: “Elbette ki mahzuru var, olmayacak duadır ki akl-ı selim olmayacak duaya hiç bir vakit amin dimez.”

Sultan İkinci Mehmet gülümsedi:

“Kangi duayı kabul edeceğini ancak Hak Tealâ bilür. Biz sadece arzımızı yapar hükm-i İlâhiyi bekleriz.”

Kalktı ve sadrazamına doğru birkaç küçük adım attı. Gözlerine baktı:

“Her daim dimez misin ki, kul kısmı gaza yolunda elinden geleni yapmakla mükelleftur. Biz dahi muştunun (fetih müjdesinin) tahakkuku cihetinde say edeceğiz. İnşaallah-ü Tealâ fetih mukarrerdir.”

“Nereden belli ki?”

“Doğru, henüz belli değil. Zaten teşebbüs olmadan tahakkuk olmaz. Biz dahi teşebbüs üzereyiz.”

Koca sadrazamın aklı bu işe bir türlü yatmıyordu. İkna olmamıştı.

“Baban alamadı, ondan öncekiler de alamamıştı, sen nasıl alacaksın?” dedi hafiften alaycı.

Sultan, Çandarlı’ya döndü ve “Bak a vezirim.” diye söze başladı,

“Ben ne babama benzerim ne babamdan öncekilere. Şimdiki zaman başkaca zamandır. Çaresi yok fetih olacak.”

İhtiyar Sadrazam:

“O zaman bil ki, bunun mes’uliyeti tamamiyle sana aittur, çünkü akıbeti hayır görmüyorum. Bizans İmparatoru ünvanını alayım derken korkarım padişahlıktan da olacaksın. Bu ne hırs!”

Padişah ilk defa öfkelendi:

“Hırs değil iman!..” diye bağırdı,

“Dedik ya biz onu ya o bizi! Hakikatli hükümdar olmanın başkaca çaresi yoktur.”

“Elinde olanla yetinsene.”

“Elimdekiyle yetinirsem elimde olan da gider Çandarlı, ne belledin? Zirvede durulmaz, ya devamlı tırmanırsınız ya da aşağı kayarsınız. Ben gencim, tırmanacağım.”

Çandarlı çıkmak için toparlanırken:

“Ben söylemiş olayım, Hak Tealâ ve kulu nezdinde mes’uliyetten kurtulayım da sen yine ne ki istersen yap, padişah sensin.”

“Şükrolsun biz padişah-ı cihanız ve Kostantiniyye’yi feth edeceğiz.”

“İmkânsız” diye dudak büzdü Çandarlı Halil Paşa.

“Neden koca vezir?”

“Çünkü surlar çok muhkemdir, muhkem surları yıkacak cesamette topumuz yoktur.”

Gülümseyerek sordu padişah:

“Surları yıkacak toplar günün birinde yapılacak mı?”

“Evet” dedi sadrazam, “Günün birinde herhâl yapılır.”

Genç hükümdar kükredi:

“İşte bu gün o gündür vezirim! Topları kullanarak surları tarumar edecek padişah da karşında duruyor.”

Şimdi bir şey yapalım gelin, zihninizi boşaltın ve söylediklerimi hayal perdenize yansıtın: Kendinizi dedeniz Sultan Fatih’in yerinde hayal edin birkaç dakikacık. İstanbul’un önündesiniz ve onu almadan geriye dönmek ihtimali sizin kitabınızda yok.

Sadrazama verdiğiniz cevap gibi “Çaresi yok fetih olacak.” diyor başka bir şey demiyorsunuz.

Çünkü siz bir sevdaya düşmüşsünüz.

İstanbul bahane. Arkanızda koca bir ordu, önünüzde aşılması imkânsız denen surlar var ve sizin ise aklınız fikriniz tek bir şeyde:

“Konstantiniyye fethedilecektir. Onu fethedecek olan kumandan ne güzel kumandan ve onun ordusu ne güzel ordudur.”

Kulaklarınızda yankılanıyor tekrar tekrar…

Siz sevdasına düştüğünüz Peygamber’in (ASM) asırlar öncesinden gelecek diye haber verdiği mucizeye görür gibi iman etmişsiniz.

Siz koca Osmanlı’ya sultan da olsanız kendinizi o Peygamber’e (ASM) hizmetkârdan başka bir şey bilmiyorsunuz.

Siz hırs değil iman etmişsiniz.

Siz bir mucizeye can-ı gönülden hakikî iman etmişsiniz ve Cenab-ı Hakk’ın ikramına bakın ki

siz bu mucizenin ta kendisisiniz…

“Hem, nakl-i sahih-i kat’î ile,

سَتُفْتَحُ الْقُسْطَنْطِينِيَّةُ فَنِعْمَ اْلاَمِيرُ اَمِيرُهَا وَنِعْمَ الْجَيْشُ جَيْشُهَا    

deyip İstanbul’un İslâm eliyle fetholacağını ve Hazret-i Sultan Mehmed Fatih’in yüksek bir mertebe sahibi olduğunu haber vermiş. Haber verdiği gibi zuhur etmiş.” (Risale-i Nur)

Sen Sultan Fatih’in torunu, bak işte sen de önündesin İstanbul’un!

İstanbul adında nice yüksek hedeflerin…

“Doğru bir söz işitip sonra da onu din kardeşine ulaştırarak öğretmen ne güzel bir hediyedir.” (Hadis-i Şerif)

“En faziletli sadaka, malı az olanın kendisinden özveride bulunarak verdiği sadakadır.” (Hadis-i Şerif, Ebû Davud)

“Allah (c.c), bir mesleği olup mesleğinde maharetli ve uzman olan kulunu sever.” (Hadis-i Şerif, Taberânî)

“En üstününüz, görüldüklerinde Allah’ın hatırlandığı kimselerdir.” (Hadis-i Şerif, Hakim)

“Ümmetimin bana en yakın olanları bana en çok salavat getirenleridir.” (Hadis-i Şerif, Beyhakî) 

“İki göz vardır, onlara ateş değmez: Allah (c.c) için ağlayan göz ile Allah (c.c) yolunda uyanık sabahlayan göz.” (Hadis-i Şerif, Tirmizî)

ve daha nicesi…

Hedefler önünde, sen bir sevdaya düşmüşsün.

O gün geldiğinde, o mahşer günü geldiğinde,

annelerin evladını unuttuğu, çocukların saçlarının ağardığı o günde,

bir çift siyah gözün gözlerine şefkatle değmesine sevdalanmışsın…

Arş’ın gölgesinden başka gölge olmayan günde, “Muhammed’in ümmeti” denince birine peygamberlerin bile gıpta ettiği o günde,

sen Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâm’ın “ümmetim…” diye sarıldığı kişi olmaya sevdalanmışsın.

Sen de bu uğurda asla pes etmeyecek, geri dönmeyi düşünmeyecek ve bu uğurda hangi şehir olursa olsun hepsini fethetmeye ahdedecek bir fatihsin.

İstanbul’ların karşısında dikilmiş, dilinle tekrar tekrar diyorsun ki:

“Namaz mı?

Evet ben bu şehri fethedeceğim!

Tesettür mü?

Evet ben bu kaleyi fethedeceğim!

Hangi kale varsa önümde şeytanlar tarafından işgal edilen

ben insi ve cinni bütün şeytanları yere serip bütün kaleleri fethedeceğim.

Çaresi yok fetih olacak…

Hiçbir şeyin kararında kalmayıp her ne varsa üstünde “fani!” damgası olan şu dünyada ben istiyorum ki nasibim sadece ahiret olsun.

Ne yapayım bana kabir kapısından sonra eşlik etmeye gücü yetmeyen sadakatsiz şeyleri?

Hayır, benim sevdam başka, çok başka…

“İstemez misin ya Ömer, dünya onların olsun ahiret de bizim…” deyişini bin İstanbul’a değişmem,

O olsun sonsuzumda, başka bir şey istemem.”

Söyle var mısın sen de Sultan Fatih gibi sevdandan başka hiçbir şeyi istemeyip bu sevdanın hakkını vermeye?

“Sen kokmayan gülü neyleyim,

Neyleyim sensiz baharı?

Sen doğmayan günü neyleyim,

Neyleyim sensiz ben dünyayı?

Senin tenine değmeden gelen yağmuru istemem,

meltemi istemem.

Seni parlayacaksa parlasın yıldızlar,

Sana yanmayan yıldızı semalarda istemem.

Bülbüller söyleyecekse seni söylesin,

Senden okumayan bülbül olsa dinlemem.

Özlemim sen olacaksan yansın yüreğim,

Sılası sen olmayan gurbeti istemem, vatanı istemem.

Bir ateş yakacaksa beni kalbimden,

Senin aşkının ateşi yaksın,

Senden gayrı başka bir aşkla kül olursa kalbim,

Bu kalbi istemem, ateşi istemem, koru istemem.

Seni göremediğim vahalar bedevilerin olsun,

Ben senin çölünü isterim, suyu istemem.

Sana çıkacaksa durmaz yürürüm,

Sonu sen çıkmayan yönü istemem, yolu istemem.

Ben gönüllü bir köleyim, kulağımda küpem.

Kalbini fethedecekse geçerim bin Sina’yı birden.

Yoksa neyime?

Bu fethi istemem, Mısır’ı istemem, cihanı istemem.

Ben Sultan Fatihim, önündeyim İstanbul’un.

Yakarım bu şehri yüzünde bir tebessüm için.

Yoksa gül yüzünü güldürmeyen sultanlığı istemem, İstanbul’u istemem.

Ben bir garip yunusum, yazdığım sensin, yandığım sen.

Senden gayrı bir aşka ben kalemi istemem, kağıdı istemem.

Ben senin ümmetinim, sensin benim efendim.

Senden gayrı, senden başka efendi istemem, sevgili istemem, istemem…”

-Avnî (Fatih Sultan Mehmed (k.s.))