Eğer seni tanısaydı, eminim çok severdi.
Zaman denen uzun ipin iki ucunu tutup yüz yüze getirebilseydim
Seninle dolu geleceğim, yüzünü okşardı çocukluğumun.
Önce kokusu çarpardı burnuna.
Gözleri kocaman açılır ve hayretle bakardı sana. Bir anda serçe gibi uçardı kucağına doğru.
Eteklerine sarılırdı hiç soru sormadan.
Eğer duyurmanın bir yolu olsaydı zamanın uzağındaki sesleri, geceleri masal diye senin sesini dinletirdim ona.
Belki uyandığında tatlı bir rüya olarak hatırlardı.
Eğer bilseydi senin geleceğini, var gücüyle koşardı zamanın taşlı yıllarında.
Sana yetişmek için daha çok süt içerdi.
Yüreği yumruğu kadar küçük olsa da sana sevgisini gösterirken kollarını kocaman açardı.
Seni dünyalar kadar çok seviyorum derdi.
Dizinin dibine çökerdi, söyleyeceklerini daha iyi dinleyebilmek için saçlarını kulağının arkasına sıyırırdı.
Sen dua isterdin ondan, kalbi masum diye.
Eminim şöyle söylerdi:
“Allahım, Sen sevdiklerini meleklerinle korursun. Onu da çok sev.”
Sonra minnacık avuçlarını heyecanla yüzüne çarpardı âmin diyerek.
Eğer çocukluğum seni tanısaydı, izin vermezdi kimsenin sana sataşmasına. Sana iftira atanların arabalarının egzoz borusuna patlıcan tıkardı. Evlerinin kapısına kırmızı pastel boyalarla karantina bölgesidir girilmez yazardı. Ayakkabılarına ketçap dökerdi yapış yapış. Pişman ederdi, başlarına bela olurdu sana haksızlık yaptıklarını görürse.

Afyonun buz gibi soğuk kış gecesinde, camları kırık, ıslak bir koğuşta, seni hapsettiklerini söyleselerdi ona, beton duvarlar arasında yaşlı bedeninin hasta hasta titrediğini haber verselerdi eğer,
ok gibi fırlardı yatağından. O gece bütün komşuların kapısını tekmelerle yumruklarla çalıp herkesten kucak dolusu kibrit kutusu toplardı.
Cezaevinin o kırık camlarının dibine yığar ve bir seferde ateşe verirdi.
Ona öğrettiğin hakikatlerle seslendirdi sonra sana:
Dayan!
Dayan ve korkma!
Korkma, Cenab-ı Hakk’ın emriyledir!
Çocuksu çığlıkları yırtardı geceyi soğuk ciğerlerini acıtırken. Boğazına dizilmiş düğümleri parçalaya parçalaya çığırır,
Korkuyu acıta acıta bağırırdı,
Allah hem Hakîmdir!
Hem Rahîmdir!
Dayan! diye.
“Benim için dayan, imanımı kurtarmak için biraz daha dayan…”
Sen titrerken o da titrerdi dışarıda. Sıcak gözyaşlarıyla ısıtırdı yanaklarını, seninle arasındaki duvara sırtını dayayıp yere çökerdi. Ama korkmazdı asla. Öğrettiğin gibi, bu felek çarklarını çeviren Allah’ın hikmetinden zerre kadar şüphe etmezdi.
Hele rahmetinden
Asla.

Zaman… Gözümde her şey bir anda zerrelere bürünüyor. Zerrelerden bir toz bulutu görünüyor bütün eşya. Bir anda toplanıp bir anda dağılmalarına, dalıp gidiyorum.
Sesin çınlıyor kulaklarımda, zerrelerin kader kalemiyle çizilmiş olan kalıplarına kudret eliyle yerleştirilmelerini hayretle seyrederken
Zamanın Rabbini tanıyorum.
Hatırlıyor musun?
Bütün yıldızları elinde tutmayan bir tek zerreye Rab olamaz demiştin bir keresinde.
Bütün zerrelere sözünü geçiremeyen bir zerrenin üstünde de hâkimiyet kuramazdı. Öğrettiğin gibi okuyorum kâinat kitabını, yani Kur’an’ın emrettiği gibi “Yaratan Rabbimin Adıyla”:
Baharı icad etmeyen, bir elmayı icad edemez, zira o elma o tezgâhta dokunuyor derken sen, dişlerim titrerdi heyecandan benim.
“Allah birdir başka şeylere müracaat edip yorulma!” derken sen,
ben hayran hayran seni izlerdim.
Anlardım ki o anlarda, hakiki imanı elde eden bir adam bütün kâinata meydan okuyabilirdi.
Senin gibi…
Hakikate zulmediyorsa eğer, karşısındaki kim olursa olsun, beş para ehemmiyet vermez, zalimliğini suratına çarpardı.
Senin gibi…
Sonum ne olacak demeden, Sonsuzluğun Sahibinin hatırını hiçbir hatıra feda etmeden çarpışırdı.
Senin gibi…
Anlardım ki o anlarda Allah’a kul olmanın hakikatına eren bir mü’min başka kimsenin esaret zincirini boynuna geçirmezdi.
Elde Kur’an gibi bir mucize-i baki varken inkâr edenlerin dillerini yutturmak için kalbim daralmazdı, hiç telaşa düşmezdim sen Kur’an’ın hakikatlerini anlatırken. Parmakların ışınlar gibi işaret ederdi güneşe. Benim gözlerim kamaşırdı. Sen bana benim göremediklerimi de haber verirdin. Biliyor musun? Cahillik kalbimi öyle ezmişti ki karanlık bile ağır gelir, ağrıtır, ürkütürdü. Bana Kur’an’ın sönmez ve söndürülemez bir güneş olduğunu ispat ettiğinden beri geceleri hiç korkmadım. Çünkü ben bir daha hiç karanlıkta kalmadım.

En çok da Rasûlullah(aleyhissalatü vesselam)‘ı anlatışını severdim.
Kökleri enbiya, meyveleri milyonlar evliya ve asfiya olan o nurani ağacın sahibini aşkla anlatırken sen
Ben her konuştuğun dakikada daha da iman ederdim.
Sen anlattıkça her sünnet can simidine dönerdi gözümde.
Kesin bir imanla anlardım ki Resulullah(aleyhissalatü vesselam) nefsinden konuşmazmış.
İşte o an iliklerime dek anlardım “O söylediyse doğrudur.” diyen Ebubekir Sıddık ne kadar haklıymış…

Her menfaat gördüğünü rabb tanıyan, her menfaat gördüğüne rabb muamelesi yapanların dünyasında Allah’tan başka kimseyi Rabb tanımayan bir garip olmak nasıl bir duygu, belki bilemiyorum… Ama aklım hep Rasûlullah(aleyhissalatü vesselam)‘ın “gariplere ne mutlu!” buyuruşunda… Seni düşünürken zaman gerçeği yitiyor hayalimin gökyüzünde, aklım beş karış havada, kara kara senin yanını arıyor. Ey Garibüzzaman…

Senin yanında hayal ederken kendimi, niyeyse hep çocuk gibiyim. Ama senin yanında bir çocuk da olsam, çağları aşacak kadar yürekliyim.
Sen Bediüzzaman.
Bana Allah’ımı, Kur’an’ımı, Resûlullah’ımı (aleyhissalatü vesselam), İslam’ımı öğreten adam.

Kalbimin ağrıdığı geceler… Geçsin diye uykuya kaçardım. Ama sabah kalktığımda yine o ağrıyla kalkardım. Kimseler anlayamadı, öğütleri fayda etmedi. Susuşumu izlediler. Gülmeyi bıraktığıma acıdılar. Çaresiz kaldı sevdiklerim. Ama ben hiç çaresiz olduğuma inanmadım. Gece gündüz beni kurtarsın diye Rabb-i Rahîm’ime yalvardım. Biliyordum ki herkes bırakırdı ama Rabbim bırakmazdı beni. Herkes terk ederdi de O terk etmezdi. Biliyordum ve kalabalıklar arasında bile O’nunla baş başa dertleştim. Kurtarsın beni bu hâlden istedim. Rabbim bana seni yolladı Üstadım. İnsanlar anlasın diye uğraşmaktan çoktan vazgeçtim. Anlayamazlar. Vallahi de o kalbimin ağrısı senin sözlerinle dindi.

Sen Bedîüzzaman. Bana Rabbim’i, Peygamberimi (aleyhissalatü vesselam), Kur’an’ımı, İslam’ımı öğreten adam.

Allah seni rahmet hazinelerinin en güzel hediyeleriyle ebedî mükâfatlandırsın.

Ben sana kavuşana kadar çok acı çektim. Rabbimden niyazım beni senden, öğrettiklerinden ebedî ayırmasın. Nurumdan ayrı karanlıklarda bırakmasın.

O gün geldiğinde, o mahşer günü geldiğinde, gözlerinin içine mi bakarım, bakmaktan hayâ eder hıçkırıklara mı tutulurum bilemiyorum…
Ya da biliyorum: senin bana öğrettiğin gibi, hiç kimseye teveccüh etmeden doğruca her türlü nimetin hakiki ve tek sahibi olan Mün’im-i Hakikî’ye koşup O’na teşekkür ederim. Benim sesimi duyup bana en muhtaç olduğum anda imdad eden O. Aciz bir elma kurdu olan beni elmasının içine koyan O. Karanlıkların ezdiği yüreğimi Nûr’a gark eden O…
Tek ilah, tek mabud O.
Bütün ömrünü verdiğin tevhid mücadelesinin yegane sahibi O.
Ve o Allah, hem Hakîmdir,
Hem Rahîm’dir…

“Risale-i Nur’u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müspet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bazı eserler telif eyledim. Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki, İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.

Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!

Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.

Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i İslâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle men eder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zalim bir cebbar, en hunhar bir düşman kumandanı olsa, tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar, yahut idam sehpasına götürür; hiç ehemmiyeti yoktur. Nitekim öyle oldu. Bunların hepsini gördüm. Birkaç dakika daha o hunhar kumandanın kalbi, vicdanı zulümkârlığa dayanabilseydi, Said bugün asılmış ve mâsumlar zümresine iltihak etmiş olacaktı.

İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helâl olsun. Onlara beddua bile etmiyorum. Çünkü, bu sayede Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin, yahut birkaç milyon kişinin-adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon Savcısı beş yüz bin demişti. Belki daha ziyade-imanını kurtarmaya vesile oldu. Ölmekle yalnız kendimi kurtaracaktım; fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar imanın kurtulmasına hizmet ettim. Allah’a bin kere hamd olsun.

Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.”

“Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.” dediğinde anladım

“Cehennemde vücudum büyüsün tâ ehli imana yer kalmasın.” diye yakaran Hazreti Ebubekir’in yürek yangınını…

Ve bana böylece hakikat dersini veren bu zâta da ömrümde ilk defa olarak Üstad dedim. Hatâ etmedim, isabet ettim.