Bir gün psikoloji dersinde hocamız dikkatimi çeken bir konudan söz ediyordu : “EGO”. Freud isimli bir bilim adamının ortaya attığı bu kuram egoyu yani benliği üçe ayırıyordu. Birincisi “İd” ; Burda his ve heves aklın düsturlarını dinlemez, mantık mizanlarını tanımaz. Libido ve haz ile hareket edilen bölümdür.

İkincisi “Süper-ego” ; Bu kısım ise kuralcı ve mükemmel bir insan olmaya çalışan yasakçı bölümdür. Bu kısım insani değerleri ve toplumsal kuralları rehber edinir.

Üçüncüsü ise “Ego”. Bu bölüm ise “İd” ve “süperego” arasındaki orta yolu bulmaya çalışır. Örneğin: İd diyor ki : “Şu adamı dövmek istiyorum!” Süper ego : “Hayır bu doğru değil.” derken, Ego ise “Döv, ama abartma.” diyerek araya giriyor.

İşte konunun özeti buydu, ders bitmişti. Ancak benim aklımda kocaman bir soru işareti kalmıştı : “Niçin insan yapısında ego denen bu yapı bulunuyordu? Cevabını alamadığım hatta gereksiz olarak görülen bu sorumun cevabını çok sonra Risale-i Nurlardan öğrendim. Evet gerçekten de asıl soru bu idi. Her şeyi hikmetle yaratan sonsuz kudret sahibi Allah insanın fıtratına ego, yani ene, yani benlik denen bir şeyi yerleştirmesinin hikmeti ne olabilirdi?

Kainatın anlaşılması zor sırlarını dahi açan gizli bir anahtardır ene. Gizli hazineler olan Allah’ın isim ve sıfatlarını anlamamızı sağlayan önemli bir araçtır. Evet ene, Hz. Adem zamanından şimdiye kadar cennetteki tuba ağacı ile cehennemdeki zakkum ağacının bir çekirdeğidir.” Yani insan ene ile iman mertebesini yükselterek âlâ-yı illiyine çıkar ve cennete layık bir kıymet alır ya da küfre girip esfel-i sâfiline düşer. Cehenneme ehil bir vaziyete girer.

Firavunu Firavun yapan da Nemrud’u Nemrud yapan da Ebu Cehil’i insanlığın en alçağı yapanda enedir. Aynı zamanda Ebubekir’i Ebubekir yapan da, Ömer’i Ömer yapan da, Efendimizi (s.a.v.) insanlığın en üstünü yapan da yine enedir.

Her şeyi Hikmet’le yaratan Allah elbette eneyi  de boşuna yaratmamıştı. Eneyi insana emanet olarak vermiş ki insan eneyi bir ölçü birimi olarak kullansın ta  Cenab-ı Hakk’ın İsim ve sıfatları tanınsın, bilinsin. Fakat bu ölçü birimi yani ene gerçek varlık değildir! Belki geometrideki farazi çizgiler gibi veya dünya üzerindeki meridyen olarak adlandırdığımız hatlar gibi mecazidir.

Evet! Sınırsız bir şeyin hududu olmadığı için ona bir şekil verilemez, bir suret çizilemez, şöyledir veyahut şuna benzer denilemez. Mesela sonsuz ve karanlıksız bir ışık anlaşılmaz ama her şey zıddıyla bilinir kaidesince ne vakit o ışığa karanlık bir hat çekilse o vakit ışığın mahiyeti anlaşılır.

Hem mesela Matematik hakkında hiçbir şey bilmediğimizi farzedelim. Hatta matematik diye bir şeyin olduğundan bile habersiz olduğumuzu hayal edelim. Dünyanın en iyi matemetikçisi ile karşılaşsak bile onun tahsil ettiği ilim hakkında hiçbir bilgimiz olmadığı için o profesörün kıymetini de anlayamayız. Hatta o şahış gözümüzde adi bir adam derecesine düşer. Ancak en azından toplama çıkarma gibi basit meseleleri bildiğimizi farzedersek kendi ilmimizi o sahsın ilmi ile kıyaslarız ve bir hiç hükmünde olduğumuzu görür, onun kıymetini anlar ve ona hürmet ederiz.

İşte Cenab-ı Hakk’ın da ilim ve kudret gibi sıfatları sonsuz ve sınırsız olduğu için onlara hükmedilmez ve mahiyetleri bilinmez. Onun mahiyetini anlamak için ise, ene ile farazi bir hat çekilir. İnsan ene ile kendisine bir ilim, bir kudret ve bir sahiplik verir. Kendine bir had çizer, buraya kadar bunlar benimdir onlar ise onundur diyerek kendi sıfatlarını Allah’ın sıfatları ile kıyaslar. Mesela insan der, “Bende cüz-i bir güç var ama Allah’ın gücü sonsuz, bende cüz-i bir ilim var ama Allah sonsuz ilim sahibi, bendeki merhamet duygusu çok az ancak Allah sonsuz rahmet ve merhamet sahibidir. Hem ben bu haneye malik olduğum gibi, Hâlık’ta şu kainatın malikidir” der ve sınırlı ilmiyle onun ilmini anlar, sınırlı gücüyle onun kudretini idrak eder.

Evet insan da ene ile cüz-i ilim ve kudret gibi sıfatlar bulunur ki Allah’ın sıfatları anlaşılsın ve bilinsin. İşte enenin yaratılış sebebi budur. Ancak enenin iki yüzü vardır. Bir yüzü hayra bakar, diğer yüzü ise şerre.

Hayra bakan yönde; insan ene ile kendi sıfatlarını Allah’ın sıfatları ile kıyaslandıktan sonra hiçliğini kabul eder. “Demek bu bendeki kudret dahi Kudret-i Ezeliden geliyor.” diyerek iman eder ve salih müminlerin taifesine dahil olur.

Şerre bakan yönde ise insan “Şu sıfatlar benimdir, diğerleri ise başkasınındır.” der. Hem buraya kadar benimdir diğerleri başkasınındır diyerek, hem kendisine hem de başkalarına ilahlık isnat ederek şirke düşer. Eğer ene ince bir tel, farazi bir hat iken mahiyeti bilinmezse gittikçe kalınlaşır, insanın bütün vücuduna yayılır koca bir canavar gibi insan vücudunu yer bitirir.

Zeminin, göklerin ve dağların tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetlerden biri olan “ene” anlaşılması zor, aşılması ise çok çok daha zor olan mühim bir meseledir. Evet bu mühim meseleyi felsefenin bize sunduğu ve bizi oyaladığı saçma sapan tanımlarla değil gerçek mahiyeti ile bilelim ki Firavun’u Firavun yapan bu ağır emaneti hakkıyla taşıyıp sahibine iade edip kazananlardan olalım. Kaybedenlerden değil… Allah sonumuzu hayır etsin…

Bediüzzaman’ın tabiriyle “Kainatın tılsımını çözen ene bulmacasının içine dalmak istersen Risale-i Nur Külliyatından Sözler Kitabının 30.Söz bölümünü okuyabilirsin.