Siyaha çalınmış deniz, dalgaları ile pencereden fısıldarken, yıldızlar odamı gözetliyordu meraklı gözlerle. Ben de başımı arada sağa çevirip onları umursamıyorum sanmasınlar diye ufak tebessümle selamlarcasına oturdum pencerenin kenarına…

Lavanta kokulu küçük mumlar kırmızı minik vazolardan duvara yansıyan gölgeleri seyre dalmışım. Gece iki buçuk olmuş akrebin aceleyle önünden geçen yelkovanı takibi sürüyordu.

Tüm mevcudat sessiz, kendi hâlinde ve ucu kalemtıraş arayan kalemim de kâğıdı tırmalamaya başladı.
Zihnim susmuyor, dert arıyor.

Öyle olmalı bir mümin, dertli olmalı, kendi derdini unutmalı, O’nu dertlenmeli, Ümmet-i Muhammed’in (s.a.v) derdiyle, davasıyla dertlenmeli. Sinelere saplanmış küfür mıhlarını sökmeye namzet olmalı, bir kerpeten olamasa da elinde taşımalı, o eli yüreği olmalı…

Yüreği şefkat dağları misali, kar tutan, buz kesen tepelerde, vicdanlar da adeta kardelen gibi baharı müjdelemeli.
Kendisine düşman olanlara kılıç çekmeli, kılıcı ŞEFKAT olmalı.

Bizler deniz olmalıyız, kendinden kopup giden katrelerin hesabını yapmamalı…

O buharlaşan su göğe yükselip çiğ olup uçsuz bucaksız kimsesiz çiçeklere gece vakti gözyaşı olduğu gibi, ben de böyle olmalıyım, buharlaşıp kopan su damlaları gibi derelere, ırmaklara, göllere kendinden bir parça verdiği gibi fedakâr olmalıyım.

Efendim(sav) ve Üstadım Bediüzzaman ve ağabeylerim ve kardeşlerim farklı bir şey yapmamışlar ki. Gerekirse tevazunun da ötesi bin şahsiyetiyle bin insan olmalıyım, nazenin güllerde parmaklarıma batan dikeni sökmeyi geceye saklamalıyım. Gülün kırmızısına, kokusuna vurulmalı, dikeni gece sessizce gözyaşlarımda çığlıkları inlemelere vurarak çıkarmalıyım.

Gözyaşlarım dua olmalı, beraatımı geceye saklamalıyım.

Ey Gecem sen iyi ki varsın!

Beni sokaklarda nara atmaktan, boş çığlıklardan, sersemliklerden çekip bağrına bastın. O’nun kapısı için kırmızı seccadeyi serdin ayaklarıma, Efendimizin (s.a.v) selamıyla misafir eyledin.

Hoş bulduk gece hazretleri…