Ağır ağır yürüyorduk nereye gittiğini kestiremediğimiz bir yoldan. Elimizde sıkıca kavradığımız bir defter, kulağımızda uzun zamandır dinlemediğimiz ama mırıldanıp durduğumuz o ezgi…
Yüreğimizde ise garip bir burukluk…
Anlam veremiyorduk buna. Nefes alırken bile kalbimizin daraldığını hissediyor, boğazımızda bir şeylerin takılıp kaldığını fark ediyorduk.
Sanki…
Evet, yorulmuştuk artık. Dünya bizi yormuştu bu genç yaşta. 20’li yaşlardaydık, belki daha da küçük…
Ama yıpranmıştık işte bir kere.
Zihnimizde yaşadığımız vefasızlıklar, çaresizlikler, terk edişler dolanırken bir yere oturup dinlenmek istiyorduk. Zaten artık ayaklarımız da bedenimizle inatlaşıyordu. Biraz dinlenmenin tam sırasıydı belki de.
Gözümüze bir ağaç ilişti ve adımlarımızı ona doğru yönelttik.
Heybetli bir duruşu vardı bu ağacın, hafif hafif esen rüzgârdan gür yaprakları sallanıyordu. Altında ise kocaman bir gölgesi vardı. Güneş’in yakıcı, kavuran sıcağını kovalıyordu âdeta bu gölge.
İyice yaklaştığımızda anladık ki bu bir çınar ağacıydı. Gönlümüzü bir ferahlık kaplamıştı. Sanki o sallanan yaprakları bizi kucaklıyor, “Gel gölgemde huzur bul.” diyordu. Sırtımızı o güçlü, sert gövdesine yasladık ve gözlerimizi kapatıp düşünmeye başladık.
Şu çınar ağacı ne garip bir ağaçtı doğrusu. Uzun boy ve kalın gövdesi ile ne kadar da görkemliydi! Kökleri kuvvetli, dalları dağınık ve kalın…
Önceleri düzgün olan kabukları zaman geçtikçe kalınlaşır, çatlar ve dökülürdü. Kirli havayı emme özelliği nedeniyle dökülen kabukları ağacı daha da güçlendirirdi.
Hem bilir misin; çınar ağacının içi çürüyüp kurusa dahi hayatına devam edebilirdi, dallarını eğmezdi, dimdik dururdu.
Tıpkı kâinatın Efendisi’nin (s.a.v) bir hadisinde “cennetin orta kapısı” olarak bizlere söylediği babalarımız gibi. (1)
Hayatta bizi en çok seven kişilerin en başındaydı babalarımız. Gözlerimizi dünyaya açtığımız ilk andan itibaren koca bir sorumluluk yüklenmişti onların omuzlarına. Ama onlar bu durumdan hiç rahatsız değildi. Doğumumuzu dört gözle beklemişlerdi, bu sorumluluk onların gözünde bir ödüldü âdeta. Hem onlara ağır gelmezdi ki. Çünkü onlar bir çınar ağacı gibi güçlüydü. ☺
Küçükken; oyun oynarken, koşarken düştüğümüzde bilirdik ki arkamızdan güçlü iki kol uzanacak. Bizi düştüğümüz yerden kaldırıp gözümüzdeki yaşı silecek.
Fark ettiniz mi peki, bu hiç değişmedi yaşamımız boyunca?
Ne zaman düşsek,
Ne zaman hedefimize doğru koşarken hızımız kesilip bir kenarda kalsak,
Ne zaman gönlümüz yağmur seline dönse babalarımız gelip kaldırmadı mı bizi?
Silmediler mi kirpiklerimizi ıslatan o yaşları?
Nerede olurlarsa olsunlar kolları uzandı hep bize. Tıpkı çınar ağacının dağınık olan ama kalın olan o dalları misali…
Hem babalarımız ellerini duaya açtıkları zaman asla unutmazlardı bizi. Belki de kendi için etmedikleri duayı bize ederlerdi. Bilirlerdi ki babanın duası makbûldür. Çünkü kabul olmuş bir babanın duası kâinatı tüm karanlıklardan sıyırabilir, insanlığı hidayet nuruna eriştirebilirdi.
Nasıl mı?
Hatırlayalım ki Kâbe’nin inşası tamamlanınca Hz. İbrahim (a.s), oğlu Hz. İsmail (a.s) ile açmışlardı ellerini alemlerin Rabbi’ne:
“Ey Rabbimiz! Neslimizden gelen Müslüman ümmet içinden bir peygamber gönder; ki o, onlara ayetlerini okusun, kitabı ve hükümlerini öğretsin, onları günahlardan temizlesin!” (2)
Cenab-ı Hakk da bu ihlas dolu baba duasını cevapsız bırakmadı elbette. Kâinatın Efendisi’ni (s.a.v) Hz. İsmail’in (a.s) neslinden gönderdi alemlere rahmet olarak.
Ve bunu Efendimiz’in (s.a.v) kendisi şöyle ifade etti: “Ben, babam İbrahim’in duasıyım.” (3)
İşte böyleydi baba duasının sırrı, bu kadar önemliydi onun duasını almak.
Bundandı her daraldığımızda “Baba, bana dua et…” diye başlayan cümlelerimiz.
Hem bizler ne zaman dışarıda gönlümüzü yakan ateşlere maruz kalsak onların gölgesine sığındık. Çünkü farkındaydık ki dışarıdaki sıcak ne kadar yakarsa yaksın, onların gölgesi vardı her daim. Hep bizi beklerdi o koyu ferahlatan gölge…
Fark ettiniz mi bilmem ama babalarımız kolay kolay ağlamaz.
İçleri ne kadar kanarsa kanasın, o merhamet dolu yüreklerinde hangi fırtına koparsa kopsun yine de ağlamazlar.
Bizler eğer onların gözünde bir damla yaş görsek anlarız ki yükleri artık sığmamış o cesur yüreklerine…
Bir de babalarımız ki bir çınar ağacı gibi asla eğmezler başlarını.
İçlerini yiyip bitiren hangi dertleri olursa olsun yine de devam ederler yaşamaya.
Bizim için, evlatları için…
Canlarından çok sevdikleri biz evlatlarının ümidini kaybetmemesi, üzülmemeleri, hayata küsmemeleri için…
Bizlerin rıza-yı ilahiye ulaşmamız için bir köprü onlar. Bakalım ne diyor alemlerin Rabbi anne-baba için:
“Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın ‘Öf!..’ bile deme, onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara merhamet ve tevazu kanadını ger ve de ki: ‘Ey Rabbim, nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, sen de onlara öylece merhamet buyur.’ Sizin içinizde olanı Rabbiniz hakkıyla bilir. Eğer siz salih kimseler olursanız, muhakkak ki O, kendisine yönelenler için çok bağışlayıcıdır.” (4)
Ve Üstad Bediüzzaman bu azim ayetin tefsirinde şunları söyler:
“Evet, dünyada en yüksek hakikat, peder ve validelerin evlâtlarına karşı şefkatleridir. Ve en âli hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukàbil hürmet haklarıdır. Çünkü onlar, hayatlarını, kemâl-i lezzetle evlâtlarının hayatı için feda edip sarf ediyorlar. Öyle ise, insaniyeti sukut etmemiş ve canavara inkılâp etmemiş herbir veled, o muhterem, sadık, fedakâr dostlara hâlisâne hürmet ve samimâne hizmet ve rızalarını tahsil ve kalblerini hoşnut etmektir.” (5)
Şimdi yaslandığımız o koca gövdeli çınar ağacından yavaşça doğruluyoruz. Çınar ağacına tebessüm ediyoruz çünkü artık anladık ki bizim de hayatımızda sapasağlam bir çınar ağacımız var sırtımızı yasladığımız, gölgesinde ferahladığımız; babamız var…
Hani yüreğimizde bir burukluk vardı ya bak babamızı düşününce nasıl da gitti? Onlar Rabbimiz’in bize gönderdiği inşirah vesileleri. Yüzümüzde beliren tebessümün sebebi.
Onların hayatımızda var olduğunu bilmek bile mutlu ediyor bizleri. Eğer ki Rabbimiz’in rahmetine kavuşup ebedi aleme göç ettilerse onlara kavuşacağımızı bilmek bile huzurla dolduruyor sıkışıp duran şu yüreğimizi. Hep dua dua onlara kavuşacağımız cenneti arzu ediyoruz, Rabbimiz’den istiyoruz. Az kalmıştı, hem bu dünya dedikleri kaç gündü ki zaten? Dün, bugün, yarın ise meçhul…
Şimdi bize düşen en önemli vazife eğer babalarımız hayattalarsa onların kalbini kırmamak; onların kıymetini bilip, onlara lâyık evlat olmaya çalışmak…
Unutmayalım ki kalp kırmamak küçük bir şey olarak dursa da her şeyin başı odur, kâinatı ihata eden bir meseledir aslında. Gelin size bir hatıradan bahsedeyim:
“Hasan-ı Basri hazretleri, Kâbe’yi tavaf ederken sırtında yük olan bir zat görüp der ki:
– Niçin yükle tavaf ediyorsun?
– Bu yük değil, babamdır. Bunu Şam’dan yedi defa getirip tavaf ettim. Çünkü bana dinimi, imanımı öğretti. Beni İslam ahlakı ile yetiştirdi.
– Kıyamete kadar böyle arkanda taşısan bir defa kalbini kırmakla bu yaptığın hizmet boşa gider. Bir defa da gönlünü yapsan bu kadar hizmete karşılık olur.”
Eğer ki Rahman’a kavuşmuşlarsa babalarımız, onlara bol bol dua etmeliyiz. Hem istemez miyiz onlar bizimle mahşerde bile gurur duysun?
“İnsanoğlu öldüğü zaman, bütün amellerinin sevabı da sona erer. Şu üç şey bundan müstesnadır: Sadaka-i câriye, istifade edilen ilim, kendisine dua eden hayırlı evlat.”(6)
Rabbim babalarımızdan ebeden razı olsun, onların hürmetine bizleri de bağışlasın.
Allah’a emanet olun.
Selam ve dua ile…
(1) Tirmizi, Birr, 3, (1901). T
(2) (Bakara, 129)
(3) (İbn Hişam, Sîre, c.1, s.175; Taberî, Tarih, c.2, s.128)
(4) (İsrâ, 17/23-25)
(5) Risale-i Nur, Mektubat, Yirmi Birinci Mektup
(6) Müslim, Vasiyyet 14. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Vasâya 14; Tirmizi, Ahkâm 36; Nesâî, Vasâyâ 8.
Yorumlar (0)