“Yeryüzünde hiç dolaşmıyorlar mı ki ibret alacakları kalpleri yahut işitecek kulakları olsun! Şu bir gerçek ki gözler körleşmez fakat göğüslerdeki kalpler körleşir.”

Bu yazıda iç dünyamı ele alacağım, hoş geldiniz!

İnsanoğluyuz biz. Bildiğimizi sanar, çölde bir kum tanesi etmeyiz. Gördüğümüzü sanar, köstebeklerden daha kör oluruz. Duyduğumuzu sanar, sağırlardan daha da sağır oluruz.
Nankörüz evet. Şükürden aciziz.
Ben de insanım. Ve bir süre öncesinde öyle kör sağır ve cahil bir hayat yaşıyordum ki. Ne siz sorun ne de ben anlatayım. Hâlim acınılacak bir hâldi. Batı putperestliğine kapılmış, fark etmeden sözde iman ettiğim Allah haricinde her bir âhir zaman putuna tapmaktaydım.

Duyarsızın, umursamazın önde gideniydim. Sonra kısacık birkaç kelâm işittim. Allah’tan bahsediyordu bu kelâmı konuşan kişiler. Benim çoktan beri unutulmuşluk kuyusuna attığımı sandığım imanımdan bahsediyorlardı. “Sonsuz var!” diyorlardı. “Sonsuzu kaybetmek.” Sanki biraz ürkütücü gelmişti bana.
Ters teptim, yakınlaşmadım. Madem öyle bir şey var, ne de olsa iman ettim.

Affederdi ki Allah. İleride bir tövbe ederdim,
kılınmamış namazların,
edilmemiş duaların,
okunmamış Kur’an’ların,
ezberlenmemiş, yaşanmamış ayetlerin hesabını verirdim zaten. Kolaydı yani kurtuluş, sorun olmazdı.

Ne de komik değil mi? Böyle düşünmem. Ah be vefa, iç dünyam işte. İmandan kalmıştı ne ses ne de seda. Vatanımdan, milletimden uzak ellerde ezansız büyümüştüm ben. Kalmıştım böylesine biçare, farkında bile olmadan.

Bu kör ve sağırlık, bu şükürsüzlük değildi tek sıkıntım. Çünkü bir de bitmek bilmeyen şu yalnızlık vardı. Karanlık bir kuyunun içine düşercesine hayata adım atmak benim işim olmuştu resmen. Yalnızlık çöllerinde süründüğümü sanarak yalnızlığın var olduğunu düşünecek kadar cahildim. İsyan olmasa da bir günüm beni bu monotonluktan kurtaracak olan o hayali el(ler)i düşünmeden, beklemeden geçmezdi. Mutluluğu ben sahiden gelip geçici olan bir türlü gelmek bilmeyen bir çift elin ve kolun arasında sanıyordum.
Kalp “ebedul abad”a müteveccih bir pencereydi ama ben unutmuştum.

Ve karşıma daha fazla çıkmaya başlamıştı, bir zamanlar, küçükken katıksız iman ettiğim o Rabbim’in kelâmını anlatanlar. Gittikçe kalbim titremeye başlıyordu.
Acaba, hata mı yapmaktaydım? Ben yanlış yolda mıydım?

Ve sonunda işittim Furkan Sûresi’nin birkaç ayetini.
“Onlar o saati (kıyameti) de yalanladılar. Biz ise o saati yalanlayanlara çılgın alevli bir ateş hazırladık.
Ki, cehennem ateşi uzak bir mesafeden kendilerine görününce, onun bir hışımlanmasını (kaynamasını) ve uğultusunu işitirler.
Elleri boyunlarına bağlı olarak onun dar bir yerine atıldıkları zaman da oracıkta yok olmayı isterler.
(Onlara şöyle denilir) Bu gün bir yok olmayı değil, nice yok olmaları isteyin!
De ki Resulüm: Bu mu daha iyi yoksa takva sahiplerine vaad olunan ebedilik cenneti mi? Çünkü orası, onlar için bir mükafattır ve bir varış yeridir.”
(Bu sadece bir kısmı)

Bu ayetlerin heybeti, kalbimde yangınlara vesile olmuştu. Yanıyordum, içten içe kavruluyordum. Korkmuştum. Hem de çok! Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü adeta. Ben de mi? Ben de mi ahiret gününde hesaba çekildiğim anda yok olmayı isteyenlerden olacaktım?
Tüylerim ürpermişti, içimdeki alevler hiddetlenmişti. Hararetim sanki yerleri gökleri inletecekti.
Çünkü evet…
Ben,
ibadetlerimi yerine getirmeyerek,
şükrümü eda etmeyerek,
günahlardan çekinmeyerek
hâlimle tavrımla ahireti inkâr edenlerden olmuştum! Rabbim’in yeryüzü saltanatında adeta gözüme soktuğu nimetlerden ibret almayıp onları neredeyse yalanlayanlardan olmuştum. Rabbim’i ben defalarca dünya “dert”leri uğruna SATMIŞTIM! Kendime yanlış dostları seçerek ben Peygamber’imin (s.a.v) yolundan SAPMIŞTIM! Yüce kitabımın öğütlerini ben HİÇE SAYMIŞTIM!

Aman Allahım, ne yapmıştım ben? Neyin derdindeydim?
Sonsuzumu bir dünya uğruna yakıyor muydum yoksa?
Ben kimdim? Neyin kafasını yaşıyordum?

Sorular sorular, beni benden almıştı.

Ve o anda iç dünyamın değişmesi ile beraber bir anda annem ve babamın ben küçükken gönlüme ektikleri o aşkı saadet tohumları yeşerivermişti.

Değişmeliydim!
Dünyamı değiştirmeliydim. İnşirah yolunu bulmalıydım, iman şerbetinden içmeliydim. Tıpkı yeryüzünde dolanan bir seyyah misali.

Çok şey değişmişti bundan sonra.

Ve işte…
İman insanın kalbine öyle bir dokunur ki dostum, bırak kılığını kıyafetini hâlini vs. gülüşünü bile değiştirir.
Bakışlarını düzeltir, kelâmını yüceltir. İnsan kendi yokluğunu, hiçliğini fark edince bu onun varlığına anlam kazandırır.
Evet, insanı insan eden meğer kalbinde taşıdığı imanmış.
Zaten boşuna dememişti Rabbim değil mi, “Dualarınız, ibadetleriniz olmasa Rabbiniz size ne diye değer versin?” diye.

Son pişmanlık fayda etmeyecekti mahşer meydanında! Bunu artık idrak etmiştim ve çok uzun bir süreden sonra alnım artık yine ilk defa secdeye değmişti.
O secdeden kalktığımda sanki o iç dünyamda yepyeni kapılar açılmıştı bana. Pencereler kalkmıştı.
Ben artık Rabbim’i tanımak için okumaya başlamış olan genç bir kuldum.

Yalnızlığın pençelerinde parçalanmakta olan bir garîbi değildim artık. Çünkü dost isteyene Rabbim yeterdi. Beni bırakmayan o yalnızlık hissiyatının yerini artık Kur’an-ı Kerim’in rahmet pınarları ile doldurmaktaydım. Yalnızlık diye bir şey yoktu ki çünkü ALLAH vardı.

Ve Elhamdülillah, ben dünyamı Rabbim için değiştirmiştim. O da beni öylece bırakmamıştı ve bana en içten gülüşleri ile dualarıyla, sevgi dolu sarılmalarıyla yanımda olan birtakım dostlar armağan etmişti.
Bana O’nu hatırlatan, yolumu kaybettiğimde kendime çekidüzen verdiren, düştüğümde ellerimden tutup kaldıran, benimle saatlerce O’nun kelamını konuşan dostlar…
Güzel yürekli insanlar.

Korkmuyorum artık, yalnızlıktan. Hem yanımda Allah yolunda dostlarım var artık.

Yoluma yoldaş, derdime derttaş, davama davadaş her biri…❤

Evet,, bilinçsizlik, körlük, sağırlık ve yalnızlıkla savaştığım yıllarım geçti. Yolumu kaybetmiştim aslında. Sonra ise önce körlüğüm sağırlığım bitmişti. Ve adım adım yalnızlığım bitiyor, bilinçsizliğim damla damla azalmakta…

Bu yazıda aslında 2 aşamadan geçtik biraz kısa ve öz bir şekilde. İlk olarak taklidi imanın bana zamanında yaşattığı körlüğü sağırlığı ve yalnızlığı tarif ettik.
Sonra ise gönlümde, iç dünyamda iman tohumlarının nasıl yeşerdiğini anlattık.

Şimdi gelelim çok mühim bir sona.
Ey dost, acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın da tüm vaktini ona harcıyorsun? Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdir dünyada bıraktığın eserlerin ZERRE miktar faydası dokunmayacak.
Evet, ebedi ömrün önündedir. Ve her ne yaparsan yap, kazanan ve yahut kaybeden sen olacaksın!
Bahtiyar o’dur ki hakiki imanı elde edip birçok dünyevî sıkıntılardan kurtulandır.
Bu yüzden şu kısa fâni ömrünü fâni şeylere harcama ki fâni olmayasın! Bâki şeylere sarf et ki bâki kalasın…

Selam ve dua ile… 🌹