Gökyüzünden yağan bombalar suluyor yerleri. Yeşeren hayat değil kızaran ölüm var bu defa. Çok uzak değil bize. Zira Rabbimiz bizi kardeş ilan etmişken mesafeler yüreklere dahil olmaz değil mi?
Düşünelim bir. Başı sıkışınca Allah’a el açan, O’ndan isteyen, Allah’ı ve Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’i seven,  cennete talip, gözleri yaşlı, yüreği titreyen Müslümanlar… Anneler, çocuklar, bebekler…
Pencereye yağmur damlaları değil bombalar çarpıyor. Biz şimdi o anne olalım.
Yavrumuz kâbuslarından uçak geldi diye çığlık çığlığa ağlayarak uyanıyor. Rabbimiz’in tecelli ettiği hangi kalp dayanabilir ki buna?

Peki nasıl teselli edeceğiz yavrumuzu? Sanki “Hiç gelmeyecek, sadece rüyaydı.” diyebilecek miyiz?

Evlerini, koltuklarını, yataklarını, perdelerini,  bahçelerini, mesleklerini, vatanlarını bırakmak zorunda kalmış, bize hicret eden insanlar dolu şimdi sokaklarımız. Onların bu hâlinin gerekçeleri var. Peki biz? Bizim bu hâlimize hangi şeyi sebep göstereceğiz Rabbimiz’e? Sokakta aç yatan, ayakları üşüyen, kalbi Allah’ı ve Resulü sallallahu aleyhi ve sellem’i seven ve en önemlisi Allah ve Resulü sallallahu aleyhi ve sellem’in sevdiği bir çocuk baksın gözlerimizin içine. Sonra onu kınayan, küçümseyen, nefret eden gözlerimiz yansısın onun gözlerine. Utanıp başını eğsin. Niye geldinkiler, öf sokaklar dilenci doldular…

Bizim bu hâlimizden Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem haberdar olsaydı, kalbi acısaydı ve gözleri dolsaydı, ya olsaydı biz ne yapacaktık? Peki ya biricik Rabbimiz? O sanki habersiz mi ki?! O’nun sevdiği muhtaç bir gönül, kapına sığınmış ve sen onu geri çevirmişsin. Peki senin her an muhtaç olduğun Rabbin’e sen sığındığında O’nun seni geri çevirme ihtimali yakmıyor mu içini? Biz ne yapıyoruz böyle?

”Hayır, hayır! Yetime ikram etmiyorsunuz.
Yoksulu yedirmek konusunda birbirinizi teşvik etmiyorsunuz.
Haram helâl demeden mirası alabildiğine yiyorsunuz.
Malı da pek çok seviyorsunuz.
Hayır, yeryüzü (kıyamet sarsıntısıyla) parça parça olup dağıldığı zaman,
Rabbinin buyruğu ve saf saf dizilmiş olarak melekler geldiği ve o gün cehennem getirildiği zaman,
işte o gün insan (yaptıklarını birer birer) hatırlar. Fakat bu hatırlamanın ona nasıl faydası olacak!?

‘Keşke bu hayatım için önceden bir şey yapsaydım’ der.”
(Fecr Suresi 17-24)

Keşke dememek için ne yapıyoruz bilmiyorum. Oysa ensar olmak bu değildi. Ensar olmak… Sahi neydi ensar olmak? Kapatalım yüreğimizin gözlerini, kalbimizden geçsin Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ensarının hayali.
Müslümanlar Mekke’den Medine’ye hicret edince ensar onlara evlerinin kapılarını sonuna kadar açmıştı. Ayrıca onlara ev yapmaları için arsa verdikleri gibi mallarını, oturmadıkları evlerini de verdiler.

Nadiroğullarından büyük bir ganimet elde edilince Allah Resûlü, Sâbit b. Kays’tan ensarı çağırmasını istedi.
Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem onların geçmişte yaptığı fedakârlıklardan, evlerini ve mallarını muhacirlere vererek onları kendilerine tercih etmelerinden övgü ile bahsetti. Sonra:
– İsterseniz ganimeti sizinle muhacirler arasında bölüştüreyim. Muhacirler sizin evlerinizden ve mallarınızdan faydalanmaya devam etsinler. İsterseniz ganimeti onlara bırakın, onlar da evlerinizi ve mallarınızı size teslim etsinler, buyurdu.
Ensarın reislerinden olan Sa’d b. Ubâde ve Sa’d b. Muâz ayağa kalkarak:
– Ya Resûlallah! Ganimetleri muhacirler arasında taksim et! Evlerimizden ve mallarımızdan faydalanmaya yine devam etsinler.
Onları duyan diğer Medineliler:
-Biz de razı oluyor, haklarımızı onlara veriyoruz ya Resûlallah! dediler.

Onları en başta Allah sevdi.

“Onlardan (muhacirlerden) önce o yurda (Medine’ye) yerleşmiş ve imanı da gönüllerine yerleştirmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”
(Haşr Suresi 9. Ayet)

Rabbimiz onları ne kadar güzel anlatmış. Ve sonraki ayet bizlere çok fazla şey anlatıyor:

“Onlardan sonra gelenler ise şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin tutturma! Ey Rabbimiz! Şüphesiz sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin.”  (Haşr Suresi 10. Ayet Meali)

Allah’a hamd olsun, sonsuz şükürler olsun, mavi göğümüz dumanla boyalı değil şimdi. Bizim üstümüzden geçen uçaklara çocuklar el sallıyor ve oyun oynamaya devam ediyorlar. Elhamdulillah ki Rabbimiz, bize inşallah muhacire ensar olmayı yazmış. İnşallah Hicret edenleri sevmeyi, onlara verirken içimizde rahatsızlık duymamayı, kendimiz son derece ihtiyaç içinde bulunsak bile onları kendimize tercih etmeyi, yani ”kurtuluşa erenlerin ta kendileri” olmak nasip olur.

Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem yanında Ebu Bekiri’yle değil de yaşlı gözlerle evladını bombalardan kaçıran annenin yüreğinde gelmiş kapımıza. O yürekten Allah ve Resulü sallallahu aleyhi ve sellem var, farkında mıyız?

Şimdi kendi yüreklerimize dönüyoruz. Kaç defa imrendik Ebu Eyyub el-Ensârî ‘ye… Ah o güzel deve Kasvâ bizim evimizin önüne çökseydi diye.

Kasvâ geldi, üstünde Gülbahar sallallahu aleyhi ve sellem’le, yüreğimizin önüne çöktü. Buyur etmek ne demek, al şu kalbim Sen’in olsun diyen kalplerimize bakalım.

Vakit ensar olmak, ensarı örnek alma vakti. Allah ve Resulü sallallahu aleyhi ve sellem hatırına kardeşlerimizle paylaşma vakti, Hazreti Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i taşıyan yüreklere ensar olma vaktidir.