Kalbinde inşirah saçan bir ses:
“Allahu Ekber, Allahu Ekber!” ile başlıyor müezzin.
Ulu bir gayeyi hatırlatıyor sana, bir çağrı bu!
Merhamate, buluşmaya, muhabbete bir çağrı…
Bir hışımla yerinden kalkıyorsun, vakit geldi; ezan okunuyor.
Ezan sesi değmiş mis gibi havayı ciğerine çekiyorsun, dünya gafletini unutturan şifalı bir ilaç gibi tertemiz doluyor göğsüne.
Şükürler olsun o vakte erişmiştin, nasip etti Rabbin bir defa daha huzuruna ulaşmanı, bir kez daha âlemlerin Rabbine secde edebilmeni.
Seccadeni serip doğruluyorsun, dünyada asla hiçbir şeyin yerini doldurmayacağı o huzura geliyorsun.
Şimdi ordasın, Rabbinin huzurunda! Asla perde yok önünde…
Baş başasın Kâinatın sahibi ile, sadece sen ve o, başka biri yok. Seni davet eden her şeye hükmeden sonsuz kudret, hücrelerden gezegenlere hükmeden, milyarlarca insan arasında bir başına kalmış seni bırakmayan, başından savmayan, her an dinleyen, kimselere muhtaç etmeyen…
Onun huzuruna ölmeden bir kez daha ulaşabilmek…
Bir kez daha ulaşabilmek ne güzeldi…
Onunla konuşabilmek ne büyük lütuf…
Karmakarışık bir mutluluk yaşıyorsun, hangi birine şükredeceğini şaşırıyorsun…
Kabe’de “Lebbeyk!”i yaşarmışçasına “Geldim Rabbim, dünyayı değil Sen’i seçtim.” diyorsun.
Sonra bir vakur duruş, bir ciddiyet…
O yüce kelamı alacaksın diline, heyecanlanıyorsun, kalbinin atımıyla zikrediyorsun sanki.
Kelamın sahibinin kelamıyla konuşacaksın.
Bütün dünyayı elinin tersiyle itip, “Allahu Ekber!” diyerek bağlıyorsun ellerini; kapatıyorsun dünyaya açılan kapılarını. Omuzlarından silkeleniyorsun! O koca koca dertlerini, hüzünlerini atıyorsun sırtından.
Ve o yüce kelâm abdest ile temizlediğin dilinde artık…
Okuyorsun korkmadan…
Onun adıyla aralıyorsun rahmet kapısını.
“Bismillah” diyorsun:
Her hayrın başı olan o ilahi kelime, Cenâb-ı Hakk’ın namına hareket eden, zerrecikler gibi tohumların ve çekirdeklerin başlarında koca ağaçları bunun için taşıdığı, dağ gibi yükleri bu güç ve kudretle kaldırdığı “İslâm nişanı” ile başlıyorsun muhabbetine. (1)
Nur dağında, karanlıkların içinde, Habibullah (sallallahu aleyhi ve sellem)‘e “Oku!” diyerek aydınlığı müjdeleyen Rabbin için okuyorsun.
Namazın ahenginde süzülüyorsun git gide…
Nasıl bir sevda bu? Dünya denen hengamdan bir nebze sıyrılarak Baki-i Hakikiye uzanan o yola baş koymak, yapayalnız kalmamak, vasıtasız bir şekilde günde beş kez Yaradan ile buluşmak, nefes alıp o mahsun sineni beka ile kuşatmak. Ve O’nun seni huzuruna istediğini bilmek ne büyük bir nimetti!
Dünyanın ağır karmaşasını durdurup, “Gel kulum, teneffüs et; ihtiyacın var!” diyerek namaza davet eden Rabbin ne kadar merhametliydi. Nasıl da biliyor günün beş ayrı vaktinde onunla buluşmaya ihtiyacının olduğunu. “Her an yanındayım, günde beş kez seninle görüşmek istiyorum.” diyor…
Omuzlarından yükünü nasıl da alıyor, zahmeti nasıl da çekiyor üstünden.
Şimde Rûkudasın…
Boynun bükük çünkü verilen hiçbir nimeti hak etmedin, onca günahın, kusurun var ama sonsuz Rahmetiyle kuşatıyor ya Rabbin seni; sende de bunun mahcubiyeti var o an. Bütün benliğiyle O’na karşı tevazu ve alçak gönüllülük içerisinde olmaya çalışıyorsun. “Sübhane rabbiyel azim” (büyük olan Rabbimi tesbih ederim/her türlü kusurdan tenzih ederim) şeklinde sesleniyorsun Rabbine.
Ve son kez secdeye varıyor başın, mağrur damarlar söküp atılıyor, başın yere değdikçe; alnından öpüyor seni seccaden. Karanlıkta kalmışsın, bu sana bir gün kabirde yalnız kalacağın gerçeğini hatırlatıyor. Ölümü tefekkür ediyorsun. Öldüğünde seni terk edip giden fani dünyayı ve kabirde Rabbinden başka kimsenin olmayacağını hatırlıyorsun. Bir kez daha şükrediyorsun Rabbine, seni secde ile en yakınına kabul ettiği için. (2) Herkes seni bir gün terk edecekken, seni asla terk etmeyen bir Allah ile buluşmanın şükrüne boğuluyorsun hüzünle. Alnın yere sinmiş… Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) en çok yaptığı, en sevdiği olan secde anındasın. Öylesine hafifsin ki tüm yüklerinden arınmışsın, temizlenmiş kalbindeki kasavet, tüm dertlerini unutmuş bu sevdaya müptela olmuşsun o an. Bir “vav” gibi bükülmüş, Yaradan’ı bulmuşsun en yakınında: “Sübhane rabbiyel ala” (Yüceler yücesi Rabbimi tesbih ederim/ her türlü kusurdan tenzih ederim) diyorsun usulca.
Kade-i ahire…
Son oturuştasın, miraç hadisesi geliyor aklına…
Âlemlerin Rabbi ile Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) muhabbetini tekrar ediyorsun, “ettehiyyatu” diyerek.
Heyecanlısın yine…
Kalbin öylesine geniş ki, dolduruyorsun içine muhabbetullahı…
Bir namazı eda etmiş olmanın sürurunu yaşayacağın için heyecanlanıyorsun. Dünyanın çığlıklarına aldırış etmeden cesurca seccadeye vardın. Öyle böyle demedin, namaz dedin illa da namaz dedin! Namazını kıldın, nefsinin çağrısına aldırış etmedin. Şimdi ise: “Namazda ruhun, kalbin, aklın büyük bir rahatı vardır.” (3) hakikatini yudumluyorsun kana kana.
Allah’ın kelamına yürekten gönül verdiğin, “Rabbimin emri bu.” dediğin için varmıştın o makama. Şimdi doya doya günahlardan arınmış olmanın huzurunu kokluyorsun.
Ve son kez çevirip başını selam veriyorsun önce sağ sonra sol yanına.
Bir namaz daha bitti, tamamladın.
Bir namazı daha kıldın, “Rabbimin emri bu, başım üstüne dedin.”
Kaybetmedin namazını, satmadın dünyalık bir şeye. Şimdi seviniyorsun.
Hakkın tabi, sevin! Koparmadın bağını, Mevla’nın ipine sımsıkı tutundun. Bahaneleri yıkıp geçtin ve en önemlisi nefsine ve şeytana sed çektin, başardın!
Mutlusun artık!
Şimdi tekrar o huzura varmak için bir sonraki ezanda artık kulakların…
Dipnot
- Risale-i Nur, Sözler, 1.Söz
- Hadis-i Şerif, Ebu Davud
- Risale-i Nur, Sözler, 2.Söz
Yorumlar (0)