İdealizim veya hedef olarak görülen yani “kızıl elma” dedikleri şeye ulaşınca insanda bir doyum olur. Doyumdan sonra “murada erdik, daha yapacak bir şey yok.” moduna girilir.
Hz.Peygamber (s.av) ‘den itibaren bütün İslam komutanlarının hülyası, rüyası İstanbul’u fethetmek olmuştur. Çünkü Peygamber Efendimiz(s.a.v) bir hadisinde “ Kostantiniyye elbette fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir.”demiştir. Bu sebepledir ki tarih boyunca İslam devletlerinin bütün komutanları, bütün askerleri bu övgüye nail olabilmek uğruna canlarını feda etmiş ve bu uğurda belki milyonlarca şehit vermiştir.Hatta ilk halife döneminden itibaren İstanbul surlarına İslam ordularının dayandığını görüyoruz.
Neden mi ? Hz.Muhammed(s.a.v) ümmete bir hedef göstermişti. Daha Fatih 12-13 yaşındayken yere çubuklar diziyor, ordan gemileri nasıl hareket ettiririm, düşüncesine giriyor. Normalde o yaşlardaki çocuklar başka şeylerle uğraşır değil mi? Onun öncesinde Yıldırım Beyazıt ve Murat Han ve diğer halifelerde de benzer şeyler var. Çünkü ulaşılmak istenen bir övgü var. İstanbul fethedilir ve Fatih Sultan Mehmet hadisteki övgüye nail olur.
Aslında Peygamber Efendimiz (sav) ümmete başka hedeflerde göstermemiş miydi ?
Başka müjdeler de vermemiş miydi ? Bir önceki yazıda Batı’nın elinde bir bilginin olduğundan ve bazı emellerinin olduğundan bahsetmiştik değil mi ?
Baktığımız zaman diğer toplumlara göre Batı’nın iki türlü çalışması vardır:
•Ya seni değiştirir, dönüştürür, kendine köleleştirip öyle hayat hakkı verir.
•Ya da seni öldürür. Sen, sen kalarak hayat hakkın olmaz !
Bizim kahramanlarımızı, bizim dinamiklerimizi, bizim gerçekliklerimizi ötekileştirir; onun yerine sahte birtakım kahramanlar, gerçeklikler sunar. Ve zamanla biz onu kendi gerçeğimizmişiz gibi görmeye, algılamaya ve yaşamaya başlarız. Nasıl mı ? 18. yy’ da August Comte “sosyoloji” adında bir makale yazar. Derler ki bu ilmin fikir babası bu adam. Dolayısıyla Batı sosyolojinin kurucusunu getirip Comte’a bağlar. Halbuki 13. yy’ da İbn-i Haldun, sosyolojinin bütün konularına ayrıntılarıyla değinir ve ele alır. Adına sosyoloji demez ama “ümran” der. Kendi kavramlarını kullanır. Bugün sosyoloji hala onun üzerine kendini konumlandırır ama biz Comte’u biliriz.
Aydınız ya! Çağdaşız ya! Birçok mucit, bilim adamı sayarız ama kendi Müslüman alimlerimizden bihaberiz. Böyle bir toplumun yürüyen ölülerden farkı kalır mı? Mankurtun hafızası yoktu değil mi? Düşünmeyip sadece efendisine itaat ediyordu. Ama bizlerin elimizden alınmış bir hafızamız yok! Belki bazılarımız durumun az çok farkındayızdır da. Bazı amaçlar uğruna ve Batı’nın mükemmel stratejisi sayesinde mankurtlaştırma serüveninde yuvarlanıyoruz. Yaşadığımız toplumdan uzaklaşıp yabancı himayesine giriyoruz. Kimliksizleşiyoruz. Biz düşünmüyoruz başkaları düşünüp bizi yönlendiriyor. Bize düşen de sorgusuz teslimiyet oluyor.
Eğer ağır gelmeyecekse tam burada “eğede kendi kanını yalayan kedi” benzetmesi yerinde olacaktır: “Üzerine kan sürülerek kedinin önüne bir eğe bırakılır. Et yemeği ve kan yalamayı seven kedi eğedeki kanı yaladıkça kendi dili kanar. Kendi kanını yaladıkça da kanı azalır ve sonunda kan kaybından ölür. Yaptığının bilincinde olmayan kedinin önünden eğeyi almadıkça ya da kediyi alıp bir kenara bırakmadıkça trajik son kaçınılmazdır!”
Kalplerin uyanma ve uyandırılma zamanındayız! İstanbul’un fethi hadisesinde olduğu gibi Peygamber Efendimiz (s.a.v)’ in diğer hedeflerine, müjdelerine ulaşma zamanındayız. Ve o hedeflerden birine şu hadis dikkat çeker: “Bir kişinin senin vesilenle hidayete gelmesi, güneşin üzerinde doğup battığı her şeyden hayırlıdır.” Evet, “uyanık” bir adam dünyayı değiştirebilir. Eğer bunu anlamamışsak peygamberlik misyonunu da anlamamışız demektir. Unutmayın! Hayaliniz, azminiz, umudunuz varsa yaşıyorsunuz!
Yazıma Bediüzzaman Said Nursi’nin şu sözleriyle son vermek istiyorum: “Bana ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!”
Serinin ilk yazısını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.
Yorumlar (0)