Zincirlikuyu’da bir mezarlık 22 bin lira.
Cık.
Mış.
Okuyun gençler. Yoksa ağız tadıyla ölünmüyor bile, görüyorsunuz. Okuyun çünkü beşikten mezara kadar para kazanmak için ciğer çürütmek şart baksanıza. Sonra “Canımı mı alacaksınız ulaan?” diye naralar da sökmüyor.
Şu fâni hayatta hiç bitmeyen bir şey olur mu? Oluyormuş, bkz: gelecek endişesi. Tükenmesi için dört gözle “gelecek” denenlerin gelmesini beklersin ama gelmesini beklediklerin bir türlü tükenmez.
Okul, iş, evlilik, emeklilik, çocuklarının mürüvveti… Bitti mi? Sonra ölümden sonrası için hazırlık başlar. Aklınıza gelen şeyi hemen yazıyorum: Kefen parası. Ne? Gelen şey bu değil miydi? Hâlbuki o yaşa gelince aklınızdan fikrinizden çıkmayacak. Sevgili yaşlılarımıza bakarak geleceğimizi görebiliriz dostlar.
Biliyor musunuz?
Sevgili yaşlılarımıza bakarak görebileceğimiz şeylerden çok daha ötesi var onlarda. Göremeyeceğimiz bir şey. Ne mi?
Kefen parası.
Öyle büyük bir sır ve öyle bir definedir ki gören kefen değil 2017 model İtalyan güpürlü gelinlik parası zanneder.
Mevlana neden hep bu kadar yanlış anlaşılıyor? :O
Ve biz insanlar neden duymak istemediklerimizi ters çevirip öyle anlamaya bu kadar meraklıyız?
Ölümden sonra hazırlık derken o demek istenmedi!
Dur, dur, geri dön yanlış taraf!
O tarafa değil, öbür tarafa gidiyoruz.
Gerçek şu ki insan başkalarının eline bakmaktan ar eder. Ölünce de kalanlara yük olmamak için böyle kenara bir miktar yığar.
Ama sorun da şu ki geride kalanlar hayırsızsa istediğin kadar mal biriktir. Hortlamak mümkün olsaydı belki bununla tehdit etmek işe yarardı.
Ama değil.
Giden gelmiyor, gelen gidiyor.
Farkında mıyız?
Freni patlamış araba gibi asla yavaşlamadan son sürat gidiyoruz.
Bu araba elbet duracak. Ve bu duruştan sonra sana hurda muamelesi yapılacak.
Yani sen “ölü araba” sınıfına gireceksin.
Ne etin ne kemiğin işe yaramayacağı ve hatta buram buram çürük kokacağın için seni bir an önce gömmek için uğraşacak insanlar.
İstersen dünyaca ünlü bir zengin adam ol. Mezarına birkaç gül fazla dikerler sadece. Toprak ise muamele ederken, kemiklerini sarıp un ufak ederken açlıktan nefesi kokan adamlarla aynı muameleyi yapar sana.
İstersen kefen parası biriktir, istersen beş kuruş bırakma geriye. Merak etme, insanlar seni bir şekilde gömerler. Tahammül edilir gibi olmayacaksın çünkü. Kimse gömmezse belediye çevre sağlığı için gömecektir.
Hem de bedava!
Amaaa…
Sen gidiyorsun kardeşim. Biz gidiyoruz. Zannediyoruz ki biz geleceği bekliyoruz. Hâlbuki gözünü yoldan ayırmadan gelecek bizi bekliyor.
“Madem dünyada herşey bir cihette o âleme bakıyor. Demek oraya gidiliyor. Âhireti inkâr etmek, dünya ve mâfîhâyı inkâr etmek demektir.
Demek, ecel ve kabir insanı beklediği gibi, Cennet ve Cehennem de insanı bekliyor ve gözlüyor.” (Risale-i Nur – Onuncu Söz)
“Öyle bir hayata çattık ki hayata kurmuş pusu.” diyor ya Necip Fazıl. Eğer bu dünya ebedî olsaydı bütün emeklerimizi buraya yığmak en isabetli davranışımız olurdu.
Fakat, ne bu dünya ne de biz ölüm aslanının pençesinden kurtulabilecek kadar ceylan yürekliyiz. Hâl böyleyken de bütün emeklerimizi buraya yığmak en isabetsiz davranışımız olur.
İspat mı istersin? Tarihe altınla ismini yazdıranlar hatta ismiyle altın para bastıranlar, çağ açıp çağ kapatanlar, insanları korkudan titretenler, yere göğe sığdırılamayanlar şimdi kaç mikroorganizmanın yemeği oldular sayabilir miyiz?
Bedîüzzaman Hazretleri çok ilginç bir şey söyler, bu birkaç kelimelik cümleyi anlayamadığı için kaç kişi sonsuza kadar bir pişmanlığa mahkûm bilseydik delirirdik. Gerçekten çıldırır, dayanamaz, intihar falan ederdik.
Buyuruyor ki:
“Evet, bu şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm hakikati, elbette hayattan ziyade bir istediği var.”
Bir hayat için ciğerlerini çürütüp diğer hayatını hiçe satanlar…
Bilseydiler ki bir hayattan daha fazlası için çalışmaktı onlara gereken…
Arkadaşlar, pişmanlık tahammülü belki en zor duygudur.
Hele ki sonsa, hele ki bir de ebedî ise…
En acı olanı ne biliyor musunuz? Pişmanlıktan can çekişir ama ölemezsin.
Çünkü sen zaten ölmüşsündür.
Öbür dünyanın kapısının kulpuydu mezar taşın. Bak şu işe, eski dünyadan eser bile kalmadı. Artık sadece ahiret var.
“Allah’ım! Gerçek hayat sadece ahiret hayatıdır!” buyurmuş gül nefesiyle asırlar öncesinden Nebî Aleyhissalâtü Vesselâm.
O zamana kadar da:
“Yaşayadursun insan hayat dediği zanla…” (Necip Fazıl)
Süsüne takılıyor ya hani bakışlarımız o afilli cümlelerin, oysa bir görebilsek… Ah bir görebilsek hakikat ne kadar da derin:
“Saniyeler gözlerimde birer can
Her saniyede bir can veriyorum.” (Ömer Lutfi Mete)
İnsan, bir yaş daha aldım diye kutlama yapar. İnsan, bir yıl daha yaşadığını kutlar.
Gerçekte ise bir yıl daha vermiştir.
Zannediyor muyuz ki yaş alıyoruz? Kum taneleri birer birer diğer tarafa akıyor.
Arkadaşlar! Biz her yaş gününde bir yaş daha kaybediyoruz.
“Eksildikçe saatler ömrümden artıyor gelecek telaşı.” diye çalarken şarkılar, gelecek dediğimiz ne varsa geldi, geçiyor. Bir gün “geçmiş” olacak. Ve elimizde hiç “gelecek” kalmayacak.
O gün için ne yapıyoruz?
Kefen parası mı, bu mudur yani?
Âh ki, âh…
Osmanlı Sultanı, yani bir cihan hükümdarıdır Sultan Murat Han. Bir gün her zamankinden başka bir telaş görünür yüzünde. Veziri meraklanır ve sorar:
– Hayrola efendim canınızı sıkan bir şey mi var?
– Akşam garip bir rüya gördüm.
– Hayırdır inşâAllah.
– Hayır mı, şer mi öğreneceğiz.
– Nasıl yani?
– Hazırlan dışarı çıkıyoruz.
Hazırlanırlar ve molla kılığında dışarıya, halkın arasına çıkarlar. Vezir ne yapsın, sultan bir şey demeden kararlı ve hızlı adımlarla yürüyordur. Beyazıt’a çıkarlar, sonra Vefa’ya dönerler, Zeyrek’te yokuş inerler. Unkapanı’nda nefeslenirler. Etrafına daha bir dikkatle bakınır sultan. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset görürler. Ahaliye sorarlar:
– Kimdir bu?
Ahali ne bilsin karşılarında koca Osmanlı Sultanı olduğunu, molla görürler onlar bakınca.
“Aman hocam hiç bulaşma, ayyaşın biri işte!” derler.
“Nereden biliyorsunuz?” diye sorar gayriihtiyarî.
“Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz.” diye cevap verir ahali padişaha.
İçlerinden biri: “Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısında çalışır. Nalının hasını yapar. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine hem de nerede namlı, mimli kadın varsa takar peşine.” diye anlatmaya başlar.
“Hele yaşlının biri çok öfkelidir, isterseniz komşulara sorun.” deyip, “Sorun bakalım onu cemaatte bir gören olmuş mu?” diye devam ederler. Dinden imandan uzak yaşar diye tükürür gibi anlatırlar yani.
Sonra herkes işine döner. Tam vezir de toparlanıyordur ki padişah sorar:
– Nereye?
– Bilmem bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
– Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebaamızdır. Defini tamamlasak gerek.
Sonuçta onun halkındandır, kimsesizlerin kimsesidir bir devlette padişah. Halkının ölüsünden de dirisinden de Allah katında o mesuldür.
“İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar kurtuluruz vebalden.” der vezir.
– Olmaz rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
– Peki ne yapmamı emir buyrursunuz?
– Mollalığa devam. Naaşı kaldırmalıyız en azından.
– Yapmayın sultanım, bunun yıkanması var. Tekfini, telkini…
– Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
– Şurada bir mahalle mescidi var ama…
– Olmaz vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
– Ne bileyim; Ayasofya‘dan, Süleymaniye’den, en azından Fatih Camii’nden.
– Ayasofya ile Süleymaniye’de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii’ni iyi dedin. Hadi yüklenelim.
Ve gelirler camiiye. Vezir sağa sola koşturur; kefen, tabut bulur. Padişah bakır kazanları ocağa koyar. Usulü neyse hakkını vererek bir güzel yıkarlar naaşı. Ceset güzelleşir sanki. Bir nur aydınlanır alnında. Yüzü öyle dinden imandan uzak birinin değildir sanki.
Kim olduğunu bilmedikleri bu ölüyü tabutlar, musalla taşına koyarlar. Ama namaz vaktine hayli vardır daha. Vezir:
– Sultanım der, yanlış yapıyoruz galiba. Heyecana kapıldık sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı, yetimleri vardır.
– Doğru öyle ya, neyse, sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.
Padişah geri döner mahalleye, sorar soruşturur, evini bulur. Kapıyı yaşlı bir hanım aralar. Olanları metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekliyor gibidir. “Hakkını helal et evladım.” der. “Belli ki çok yorulmuşsun.”
Sonra eşiğe çöküp ellerini şakaklarına dayar.
“Biliyor musun oğlum, bizim efendi bir âlemdi vesselâm. Akşamlara kadar nalın yapar. Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin, elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya. Sonra malum kadınların ücretlerini öder, eve getirirdi. ‘Ben sizin zamanınızı satın aldım mı?’ diye sorar, onlar da ‘Aldın.’ derlerdi. ‘Öyleyse şimdi dinleseniz gerek.’ dedikten sonra çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara. Mızraklı İlmihal, Huccetü’l-İslâm okurdum…”
– Bak sen! Millet ne sanıyor hâlbuki.
– Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescitlere giderdi. “Öyle bir imamın arkasında durmalı ki” derdi, “tekbir alırken Kâbe’yi görmeli.”
– Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
– İşte bu yüzden Nişancı’ya, Sofular’a uzanırdı ya. Hatta bir gün, “Bak efendi!” dedim, “Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada.”
– Doğru öyle ya!
– Kimseye zahmetim olmasın, diye mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim, “İş mezarla bitiyor mu?” dedim. “Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?”
– Peki o ne dedi?
– Önce uzun uzun güldü, sonra “Allah büyüktür hatun” dedi. “Hem padişahın işi ne?”
Allah büyüktür.
Büyük olan Allah’tır.
Şu dünya misafirhanesinde bizi bir müddet ağırlayıp sonra da hak ettiğimiz asıl hayatımıza bizi sevk edecek olan, Allah’tır.
Hak ettiği gibi yaşamasa da her insan bu dünyada, öbür tarafta hak ettiğinden başkası yoktur ona.
“Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.” (Risale-i Nur – On Altıncı Mektub)
Elbette en bahtiyar odur ki…
En bahtiyar odur gerçekten…
Es-Selâmu Aleykum.
Yorumlar (0)