Her yolculuğun bir hikâyesi olmuştur. Karşılaşılan insanlar, şahit olunan olaylar, görülen yerler bu hikâyenin başrolündedir.

Gariptir şu insanoğlu!

Yolculuğun biteceğini bile bile kaptırır kendini tüm bunlara, unutur bu gidişin bir dönüşü olacağını. Tıpkı dünyadan ahirete seyahat eden bir yolcu olduğunu unuttuğu gibi.

Bugün öyle bir yolculuktan bahsedeceğiz ki…

Bu yolculukta sen de varsın, ben de varım, hatta şu an nefes alıp veren tüm insanlar var.

Bu yolculuğun sonunda sonsuzu kazanmak ya da kaybetmek var.

Bu yolculuğun ilk durağında “KABİR” durağı var!

“Kabir, âhiret duraklarının ilkidir. Bir kimse eğer o duraktan kurtulursa sonraki durakları daha kolay geçer. Kurtulamazsa sonrakileri geçmek daha zor olacaktır.” (1)

Kabir hayatı, dünya hayatından ahirete geçişin ilk yeridir. Berzah hayatı da denir. Berzah, geçit demektir. Yani berzah hayatı, dünya ve ahiret arasındaki geçittir. Ölen insanlar kıyamete kadar burada bekleyecektir.

Peki kişiyi bu hayatta neler bekler? Bu soru küçüklüğümüzden beri hep merak konumuz olmuştur. Hatta bu konuyla ilgili anlatılan her şey bize oldukça ilginç gelmiştir. (Gece vakti mezardan gelen sesler, gölgeler, mezarlıkta gezen kediler, köpekler… Bunları çokça duyduk ve korktuk değil mi? )

Hepimizin mutlaka bir gün yaşayacağı bu hayatta neler var, nasıl bir yerdir, gelin hep birlikte kulak verelim.

Bugün, her zaman olduğundan farklı bir atmosfer var mahallede. Sanki mahallenin üzerine hüzün bulutları çökmüş; senin en yakınlarının, sevdiklerinin gözlerinden sağanak sağanak yağmur yağdırıyor. Sizin evin önü ise hayliyle kalabalık. Sessizliğe karışan ağlama sesleri, hıçkırıklar… Anlaşılan bir şey olmuş. Yoksa bir cenaze mi var? Hem hatırlasana, bu sabah mahalle camiinden bir selâ okunmuştu. Bugüne kadar dinlemek istemezdin selâları çünkü ölümü hatırlatırdı sana. Duyduğun an ürperir, buz kesilirdin. Kadere bak ki bugün öyle birinin adı gökkubbede yankılandı ki sen kaçacak hiçbir yer bulamadın. Hayır, kaçırma gözlerini… O selâ senindi. Bugün o selâ senin için okundu, sonu senin ruhun için “Allah rahmet eylesin.” diye bitirildi. Şu an evinin önündeki kalabalık senin için toplandı. Şaşkınsın, bir şey düşünemiyorsun, hayatın bir film şeridi gibi gözünün önünden geçiyor. Pişmanlıklar, edilmemiş tövbeler, yapılmamış farzlar, üzerindeki kul hakları… Canını yakıyor, “Kaçış yolu yok mu, kurtarın beni, ne olur bir şans daha…” demeye bile fırsatın olmuyor, işte öylesine yanıyor canın.

Artık koymalısın adının önüne “Rahmetli” sıfatını. Zor geliyor değil mi, hem de çok zor? Bugüne kadar ölen hep başkalarıydı, sen değildin. Ama bak bugün öyle mi?

Herkesin aklında olan kişi sensin bugün.

Bahsedilirken “Rahmetli…” diye söze başlanacak kişi sensin bugün. Öyleyse alış artık buna, adının önüne bu sıfatı usulca yerleştir ve fısılda yüreğinin en derinine…

Kaderde; yürüyerek, kimi zaman koşarak geçtiğin mahallenden omuzlar üzerinde taşınarak çıkmak da varmış. Hâlbuki sen daha gençtin. Şu an seni taşıyanların yaşının yarısı kadardı belki yaşın. Şimdi ise…

Nedir üzerindeki bu suskunluk? Bağırsana avazın çıktığı kadar “İndirin beni, ben yürürüm, nereye götürüyorsunuz beni?” diye.

Bir de sen korkardın değil mi yalnızlıktan? Bak ki seni götürüyorlar hem de sana sormadan. Yalnız kalacaksın, bir başına…

Hadi engel olsana, ne duruyorsun!

Sen değil miydin hayatı öylesine hızlı, öylesine korkusuz yaşayan? Şimdi ne oldu peki? Hissettin mi acizliğini hücrelerinin en ince noktasına kadar?

Hafif bir sallantı hissettin. Evet, gelmiştiniz mezarlığa. Şimdi toprakla hemhâl olma zamanıydı. Oysa çok severdin toprak kokusunu, özellikle yağmur yağdıktan sonra. Bak işte kavuştun. Birazdan onun o soğuğunu hissedeceksin iliklerine kadar…

“Acaba tüm bunlar bir rüya mı?” diye düşünme sakın, hepsi gerçek. Hatta tüm ömrün boyunca yaşadıkların bir rüyaydı. Şimdi ise uyanma zamanı…

Bugüne kadar üzerinde gezip dolaştığın toprağın altındasın. Seni sevenlerin hıçkırık dolu ağlamaları kabrini ıslatıyor. Sen de ağlamak istiyorsun, bağırmak, çıkmak, kurtulmak istiyorsun ama…

SENİN İÇİN YENİ BİR HAYAT VAR ARTIK! Nasıl yaşadıysan şimdi ona göre hesap vereceğin bir hayat bekliyor seni. Neden bu kadar korkuyorsun, terliyorsun biliyor musun? Çünkü farkındasın İSTENİLEN gibi değil de İSTEDİĞİN gibi yaşadığının.

Oysa bu zor bir şey değildi ki! Her gün gereksiz şeylere vaktini harcarken 1 saatini namaza vermeyi çok görmüştün sen! Şimdi bu yüzle gelmiştin buraya; ertelenmiş, geç kalınmış pişmanlıklarla…

Ağlamanın vakti geçti, hem söyler misin bana; dünyadayken bir kez oturup da günahına ağladın mı da şimdi ağlamak istiyorsun? Geç kaldın ne yazık ki…

Evet, üzülüyorum ben de senin hâline ama bunu kendine sen yaptın. Uyanmayı kabre bıraktın belki de sonsuz bir hayatını gözünü kırpmadan yaktın…

Kabir hayatı “ya cennet bahçelerinden bir bahçe” veya “cehennem çukurlarından bir çukurdur.” Ancak, burada azabın veya lezzetin muhatabı, cisimden mahrum kalan ruhtur. Kabir hayatından sonra, “mahşer”de, yeniden yaratılan bedenine döner, dünyada yaptıkları için o “büyük mahkeme”de hesap verir. Sonrası, cennet veya cehennemdir. Bu menzillerde lezzet de elem de hem cisimle hem de ruhla tadılır; dünyada olduğu gibi. (2)

Pişmanlığın ne demek olduğunu şimdi öğrendin. “Hava çok sıcak ya, bu sıcakta nasıl dayanılır bu oruca?” diye tutmadığın, “Tutamıyorum.” diyerek geçiştirdiğin oruçların vurdu zihninden. Kendini kandırdığını anladın. Şimdi sana bir şans verilse bir yılın tüm günlerini hatta nefes alıp verdiğin her günü oruçlu geçirebilirdin. Ama o şans verilmeyecek çünkü senin dünya yolculuğun bitti. Sen sana gönderilen davetleri sessize aldın, onlara sağır kaldın. Şikâyet edemezsin; önündeydi Kur’an-ı Kerim, örnekti, rehberdi âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberin (s.a.v). Açıp okudun mu bir kere baştan sona kitabını, hiç Peygamberin’i (s.a.v) tanımaya çalıştın mı? “Elhamdülillah Müslümanım.” diye yaşadın ama “Müslümanca yaşadın mı?”

“Yeter ki kurtulayım şuradan, çok pişmanım…” cümleleri iyice elini kolunu bağladı. Olmuyordu değil mi? Her şeye gücünün yeteceğini sanan, insanları küçük gören, kibrinden kendini bile göremeyen sen, şu an toprağın altındaydın, bir başına…

“Niye yaptım ki bunları, ne vardı kibirlenecek, hiçbir şeyin sahibi ben değilmişim ki…” diye düşünüyorsun belki de…

“Keşke tutsaydım şu dilimi de etmeseydim insanların gıybetini, kırmasaydım kalplerini, bak 3 günlük dünyaymış; Allah’ım ne olur kurtar beni…”

Sen dünyada yaşarken seni görüp gözeten bir Rabb’in varmış gibi yaşadın mı da şimdi kurtarılmayı bekliyorsun?

Dünyadayken gözünü diktiğin o yüksek makamlar, kazanmak için kendini harcadığın paralar kurtarsın şimdi seni, haydi!

Ama doğru sen hep derdin ki: “Her şeyin bir zamanı var. Biz de Müslümanız ama vakit bulamıyoruz ki sınavlardan, işten… Hem rızkımızı kazanıyoruz o da ibadet, aç mı kalalım? Yaşlanalım; kılarız namazımızı, tutarız orucumuzu. Hem zaten benim hayalim şöyle bir 50’ye gelelim, umreye hatta hacca gitmek…”

Ah be kardeşim sen İslam’ı ne sandın, yaşlanınca yaşanacak bir din mi? Kendini kandırdığın gibi haşa âlemlerin Rabbi’ni de mi kandıracağını sandın?

Yazık ettin kendine hem de çok…

Ne diyeyim ki sana, hangi teselliyi verip de kabrin altında sıkışıp kalan, ne olacak diye bekleyip duran o yüreğini ferahlatayım? Söylenecek söz bırakmadın ki…

Şimdi bak kendine, kaç yaşındasın; henüz gençliğinin baharındasın. Saatlerce aynanın karşısına geçip seyrettiğin o yüzün şimdi toprağın altında, kefenin içinde.

“Bugün ne giysem?” diye düşünürken kefeni hatırına getirmediğin bir günde yakalamıştı işte ecel seni. Ne yaparsın, kader işte…

Şimdi seni âlemlere rahmet olarak gönderilen, senin sonsuz hayatın için Taif’te taşlanan, Uhud’da mübarek dişi kırılan ama senin zahmet edip de tanımaya çalışmadığın Peygamberin’in (s.a.v) hadisleriyle baş başa bırakıyorum. Bugüne kadar tüm bunlara sağırdın ama şu an dinlemek zorundasın; kaçacağın bir yer yok, toprağın altındasın, karanlık, dar, bir başınasın…

►Hz. Aişe validemiz bir gün Rasul-i Ekrem (asm) Efendimiz’e şöyle diyor:

“Ey Allah’ın Rasûlü, sen bana Münker ve Nekir’in seslerini ve kabir sıkmasını anlattığın günden beri hiçbir şeyden tat alamaz oldum.”

Bunun üzerine Rasulullah (asm):

“Ey Aişe, Münker ve Nekir’in sesleri mü’mine, gözdeki sürme gibi gelir. Kabir sıkması da mü’mine, şefkatli bir ananın yavrusunun başını okşaması gibidir. Ama ya Aişe, şakilere (âsi olanlara) yazıklar olsun ki, onlar kabirlerinde düz ve sert taş üzerine yumurtanın çarpıldığı gibi sıkıştırılacaklardır.” (4)

►Abdullah b. Ömer’den rivayet edilen bir hadisinde Peygamber Efendimiz (asm):

“Sizden biriniz vefat ettiğinde, sabah ve akşam ona kendi oturacağı makamı gösterilir. O kimse cennetliklerden ise, cennetliklerin makamlarından bir makam (yani kendisinin Cennet’te varacağı makam) gösterilir. Ve ona: Burası

senin kıyamet gününde gönderileceğin makamdır (yerindir), denir.” buyurmaktadır. (5)

Ölmeden önce uyanmak gerek!

Böyle bir hakikât yolumuzun sonundayken nasıl bir şey yapmadan durabiliriz ki? Nasıl tüm vaktimizi dünyaya harcayıp kendi nefsimize zulmedebiliriz ki?

Rabb’imizi tanımak, O’nu sevip O’nun dediklerini yapmak zor mu geliyor? O, bize sayamayacağımız kadar nimetler vermişken; günde 1 saati namaza ayırmak, açıp Kur’an-ı Kerim okumak, Rabbimiz’in rızası dahilinde hareket etmek zor mu geliyor gerçekten?

Biz hangi ara bu kadar nankör olduk, bu kadar gafil olduk?

Ne zamandır bu dünya sevdası kör etti yüreğimizi?

Fanîde boğulmaktan Bakî’ye varamadık yazık bize…

Yeryüzünün halifesi olarak gönderilmişken bu âleme,

Günahlarla yüzümüzü kararttık ya helâl olsun!

Ancak bu kadar nankör olup bu kadar batabilirdik…

Vazgeçemiyoruz ya şu hayatımıza kök salan günahlardan,

Hani hep bir bahane bulup devam ediyoruz ya onlara,

Ölüm gelecek ve o günahları da bizi de yerle bir edecek!

O zaman ne bekliyoruz uyanalım artık, kendimize gelelim.

Sonsuzu kazanmak için açalım gözlerimizi artık!

(1) (Tirmizî, “Zühd”, 5; İbn Mâce, “Zühd”, 32)

(2) https://sorularlaislamiyet.com/kabir-azabinin- cesitleri-hakkinda- bilgi-verir- misiniz-0

(3) 44) el-Lukânî, İthaful-Mürid Bi Cevheretit-Tevhid, s. 222.

(4) Beyhakî İsbatu Azabul Kabr . 39 a;

(5) Buhârî, Sahih, Cenaîz, 88, c. II, s. 103;