“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahman’ın yaratışında hiçbir düzensizlik göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak görüyor musun? Sonra tekrar tekrar bak; bakışların âciz ve bitkin halde sana dönecektir.” (Mülk Suresi 3-4 Ayet Meali)
Bakıyorum. Görüyorum. Biliyorum. Gökleri direksiz yükselten, gül yaprağını kızartan, ateş topunun etrafını suyla kaplayan, atmosferinin dışını zifiri karanlık edip de yüzümü güneşle aydınlatan Zat’ı bilmemek ne büyük ahmaklık! Biliyorum. Öyle bir varlık olmalı ki O, hiçbir kusuru olmamalı. Bu O’na yaraşmaz zira. Öyle sonsuz ilmi olmalı ki, bütün bilimler aslında O’nun sanatını keşfetme sanatı olmalı. Keşfetme. Var olanı fark etme. Yani tarihte çığır açacak bir olayı fark edince Nobel ödülleri alınırken, ya onları ta ezelden ilmiyle hiçbir örneği yokken yoktan var edene ne söylenebilir? Sonsuza kadar övsen yetmez. Elindeki her şeyi ödül olarak versen yine yetmez. Zaten öyle mükemmel bir Zat’ın bunlara hiç ihtiyacı yoktur. Versen zenginliğine bir şey katmış olmazsın. Hey dur bir dakika.
Zaten vermeyi düşündüğün her şey O’na aittir ki aslında. Sen kimdin ki sahip oldun? Ah aczimizden düşüp kırılacağız, bütün bu sahibiz zannettiklerimiz nasıl bizim olsun ki? Onun zerresine bile hükmedemezken? O öyle biri olmalı ki, parçacıklardan tut da evrendeki bütün sistemlere hükmetmeli. Çok güzel olmalı. Öyle olmalı çünkü yarattıkları öyle muhteşem ki, kim bilir O nasıldır? Arasından güneş ışıkları parlayan zeytin ağaçları, kıpkırmızı toprakları yaran masmavi şelaleler, narince bükülmüş çiçek dalları, göğe yükselen kozalaklı çamlar, günbatımındaki o yavruağzı gökyüzü ve kırmızı bulutlar… Gülümseyen dudaklar, kısılan gözler, seven kalpler… Bütün bunları yoktan, hiçbir örneği yokken var eden ne kadar da mükemmel olmalı! Sonsuzluk var ruhumda. Sonsuzu istiyor yüreğim. Sonsuzu seviyor. Adeta her şeyde sonsuzu arıyor. Sonsuza kadar mutlu yaşamalar, sonsuz aşklar, sonsuz başarılar, sonsuz istekler…
Sonsuz olmasa, benim ruhum onu kendi kendine nasıl uydurup istesin? Madem her şeye gücü yeten mükemmel bir sahibim var, içime bu sonsuzluk merakını O koymuş olmalı. Nedendir acaba? Ah düşünmeli, hissetmek için. Hissetmeli yaşamak için. Yaşamalı. Sonsuzu yaşamalı. Yoktan var edildik. Şayet bu yolun sonu yokluk olsa, Necip Fazıl’ın da dediği gibi, iki yokluk arasında bu varlık niye? Sonsuz olmalı ki, yaşamalı. Yaşamak anlam kazanmalı. Var edildik yoktan, geri döneceksek yokluğa varlık ölür, yaşamak ölür. Olmaz. Yaşamalı. Sonsuz var olmalı.
Hem düşünsek ya bir. Öyle mükemmel bir yaratıcı, adaletsiz olamaz. Zaten adaleti de yaratan, onu varlıklar arasında güzel kılan, her ruha sevdiren, adaleti adaletsizliğe üstün kılan, adaletsiz olamaz. Ama şu dünya öyle adaletsiz ki! Bu böyle olmaz. Öyle adaletli bir hükümdar burayı böyle adaletsizce başıboş bırakmaz. Yetimin hakkını yerde, zalimin zulmünü gökte bırakmaz. Bu O’na yaraşmaz zira. Demek ki, bütün haksızlıkların hak ettiği cezayı bulacağı, mazlumun güleceği bir zaman gelecek. Şu adaletsiz dünyanın yetişemeyeceği o sonsuzda. Çocuklar korkuyor, anneler ağlıyor.
Hiç mümkün müdür ki o adil Zat onları öyle yüzüstü bıraksın? Demek ki her şey çok büyük bir mahkemeye bırakılıyor. Hem o gün zalimin mazluma zulmettiği o günden çok daha çetin olacak. Gelecek sonsuz. Sonsuzu deli gibi severek sonsuza gidiyoruz.
Haydi bakalım. Sonsuza kadar yolumuz var. Sonsuzumuz hayır ola.
Yorumlar (0)