“Bu kadar da olur mu canım?!” diyeceğiniz bir yazı yazdım.

Muhatabım sadece vicdandır. Nefsini kapının önünde bırakmayan içeri gelmesin. Çünkü nefis sadece karşısında bir ayna varsa onu can kulağıyla dinler.


Her bir harfi ezel ve ebed Sultanı’nın sonsuz ilmiyle ve iradesiyle seçilmiş ve sonsuz rahmetiyle bir araya getirilip insanları karanlıktan aydınlığa çıkarsın diye melekleriyle indirilmiş Kur’ân-ı Kerîm.


Ondan uzakken karanlıkta kaldığımız için gözlerimiz kör davranıyor hakikatlere.

Karanlıkta solup çürüyen çiçekler gibiyiz.


Tesettür bir âyet ise ve âyet Cenab-ı Hakk’ın sözü ise o sadece bir örtü değildir.

Doğrusu omuzlarımızda büyük bir yük var. Belki dağların taşımaktan korkacağı kadar büyük bu yükü bizim nazik omuzlarımıza koyduysa Allah, omuzlarımıza o kuvveti de vermiş demektir.


Ve omuzlarımız göründüğü kadar zayıf değil demektir. Aynı görünenlerin bir perde gibi üstünü örttüğü perde altındaki görünmeyen birçok şeyin daha ihtişamlı olması gibi.


Yani aslında tesettür de görünenden öte görünmeyen gizli manalara malik çok ihtişamlı bir define.


Görünüşte tesettür için ne gerekli mesela: Bir başörtüsü, el ve yüz hariç tenini kaplayan bir kıyafet… Çoğaltılabilir.


Görünmeyen kısımda ise çok değerli mücevherler süsler tesettürü. Bunlar: takvâ, hayâ, iffettir.


Eğer görünmeyen o hazineler yoksa bir tesettürde o boş çuval ayakta duramaz. Yıkılmaya mahkûmdur.


Yıkılmış bir tesettür aslında her insanın vicdanına sorsa fark edeceği bir durumdur. Mesela makyajlı bir hanım gayet zevkli bir parfüm ve gayet zevkli bir başörtüyle o vicdanlardan kendisini saklayamaz. Bu yüzden sandığının aksine insanların nefislerine kendini beğendirse bile vicdanları onu itici bulur hatta ona acır. Buna vereceğim örneği dikkatlice okursanız bu hakikati fark edersiniz: “Eğer o mübarek câmiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdiği vakit, süfli ve edebsizce fuhşa ait şarkıları bağırıp çağırsa, raksedip zıplasa; o vakit o haylaz çocukları güldürecek, o serseri ahlâksızları fuhşiyata teşvik ettiği için hoşlarına gidecek ve İslâmiyetin kusurunu görmekle mütelezziz olan ecnebilerin istihzakârane tebessümlerini celbedecek. Fakat umum o muazzam ve mübarek cemaatın bütün efradından, bir nazar-ı nefret ve tahkir celbedecektir. Esfel-i safilîne sukut derecesinde nazarlarında alçak görünecektir.” (Risale-i Nur – Mektubat)

Yani o hanım kimi yüzlere bakınca onların eğlendiklerini ve ondaki hâlin onların birkaç sebeple hoşlarına gittiğini görür fakat dikkatli düşünse onların gözünde pek de kıymetinin olmadığını fark edecek.

Ya da o bir parça kıymetin ahirette beş para etmeyeceğini görecek.

Aynı zamanda dinine bağlı doğru yaşayışlı insanların onu takdir etmeyen ve ona kızan bakışlarını görecek.

Belki de acıyan bakışlarını…


O zaman takvâ, hayâ ve iffet bir ruh gibi o kıyafetler cesedini nasıl hayatlandırır, vicdanımızla seyretmeye devam edelim.


Hazreti Resûlullah Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in huzuruna bir gün Hazreti Ebubekir girer. Efendimiz duruşunu bozmadan karşılar onu. Biraz sonra Hazreti Ömer gelir. Efendimiz yine duruşunu değiştirmez. Hazreti Osman girer biraz sonrasında huzuruna. Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem onu görünce çıplak ayaklarını örter ve toparlanır. Bu hâlin hikmetini merak eden Hazreti Âişe annemize Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem şu cevabı verir:

“Ey Âişe, meleklerin hayâ ettiği bir kişiden hayâ etmeyeyim mi?”(1)


Hayâ en basit şekilde ifade etmek gerekirse “utanmak” demektir.

Kendisine ahlak olarak en çok Hazreti Osman’ın benzediğini söylermiş Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm. Öyle bir hayâ hayal edin ki tuvalette taharet için kullandığı su kabından utandıran, öyle bir hayâ hayal edin ki odada tek başına bile olsa bu sefer de meleklerden utandığı için karanlıkta üstünü değiştirten…

Nasıl da büyük bir edeptir Allah’ın huzurundayken ayaklarını uzatmaya hayâ etmek…


Tesettürünü hayâ ile süslersen eğer nâmahrem gözler de senin bu süsüne bakmaya hayâ eder. Bu hâl “baktırmamak” gayesinde olan tesettür emrine nasıl da hizmet eder düşünün. O kadar değerlidir ki bu süs, insanlar elinde olmadan bakmaya kıyamaz.

Efendimiz ne güzel anlatmış “Hayâ güzeldir lâkin kadında olsa daha güzeldir.”(2)

Senin utanmanı ise nâmahremden sanar insanlar, oysa bilmezler ki sen Mâlik’in olan Rabbinden utanıyorsundur.

Öyle hanımlar biliyorum ki gözler görmediği hâlde eteğinin altına bile dar bir şeyler giymekten hayâ ederler. Kaldı ki sokaklara öyle çıkmak demek onlar için ölüm gibi bir şeydir. Başörtüsünü çıkardığı zaman bir an yadırgar ve sanki kalbi üşür. Bak sen şu hayânın işine…


Gelin size bir diğer mücevherden bahsedeyim.


İmâm-ı Âzam Ebû Hanife’nin bir gün üzerine bulaşan çok küçük bir çamuru büyük bir gayretle temizlemeye koştuğu görülür. İtiraz ederler “Sen bize bu kadar kir namaza mani olmaz demedin mi?” diye. Ebû Hanife Hazretleri de şöyle söyler: “O fetvâdır bu da takvâ!”


Takvâ Allah’tan korkmakta, emirlerine itaatte ve yasaklarından kaçmakta çok titiz davranmaktır.

Takvâ âlemlerin Rabbi’nin katında insanları birbirine üstün kılan tek rütbedir.

Takvâ “Bu tesettürse öteki ne madem? Neden kimi bu kadar kapanıyor oysa çoğu kadın gayet süslü bir şekilde de tesettürlü olabiliyor?” sorularının cevabıdır.

Hani bazen öyle asil tesettürlü hanımlar görürsün ki el ve yüzlerini bile tam açmazlar. Şu rengarenk kâinatta sen onları simsiyah görürsün. Öyle boldur ki üstündeki kıyafetleri, zayıf mı şişman mı yaşlı mı genç mi ayırt edemezsin.

Başörtüsünün uzunluğundan anlarsın sen onu.


Hazreti Aişe annemizin odasında defnedilir eşi Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem. Sonra babası Hazreti Ebubekir de vefat eder, onu da Efendimiz’in yanına gömerler.

Sonrasında bir gün Hazreti Ömer vefat eder. Vefatından önce de annemizden rica eder “Resûlullah’ın yanına gömülmeme müsaade eder misiniz?” diye. Annemiz kabul eder, kırmaz Hazreti Ömer’i. O da gömülünce odasına, Hazreti Aişe onunla arasına bir perde çektirir.

Toprağın altındaki bir nâmahremden dahi sakınır iffetini.


Hazreti Fatıma annemiz, vefat edeceği zaman neyden endişe etmiş biliyor musunuz?

Halife Ebû Bekir’in hanımı Hazreti Esmâ, Hazreti Fâtıma’yı ziyarete gelir. Annemiz günlerdir kalbini huzursuz eden bir hususu açmak ister. Hz.Esmâ: “Ya Fâtıma, seni üzen şey nedir? Söyle de Ebû Bekir’i haberdar edeyim, bir çare bulsun.” der. “Betül” diye sıfatlandırılan Hazreti Fatıma’nın ömrünün son anlarında kalbini rahatsız eden şey bizim o andaki endişelerimiz arasında olur mu acaba? Bakın Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm‘ın zehrası ne cevap verir:


“Yâ Esma, beni günlerdir düşündüren şey, vefatımdan sonra üzerine konarak götürüleceğim tabutun şeklidir. Çünkü bu tabutlar dümdüz tahtadan ibarettir. Bu tabuta konan cesede, bir kilim örtülmekte ise de, cesede yapışan örtü mevtanın vücudunu belli ediyor. Bakanlar cesedin iriliğini, ufaklığını anlıyorlar. Benim cesedimin de nâmahreme böyle gö­rülmesini istemiyorum. Kalbimi huzursuz eden, şimdiden üzüntüsünü çektiğim şey budur.”


Gece gömmüş eşi ve yavruları. Ölü bedenini dahi göstermeye hayâ edip gece gömülecek kadar takvâ sahibi annemizin şu iffetine bakın.


Evet eğer takvâ ve hayâ beraber iseler üçüncüleri iffettir.

Ümmü Seleme Radıyallahu Anhâ anlatıyor:

“Ben Resûlullah’ın yanında idim. Yanımda Meymune bint Haris de vardı. O esnada İbn Ümmü Mektum bize doğru geliyordu. (Bu vaka tesettürle emredilmemizden sonra idi) ve yanımıza geldi. Resûlullah bize:

“Ona karşı örtünün.” diye emretti. Biz:

“Ey Allah’ın Resûlü! O, âmâ ve bizi görmeyen, varlığımızı tanımayan bir kimse değil mi?” dedik. Bunun üzerine Resûlullah:

 

“Siz de mi körlersiniz, siz onu görmüyor musunuz?” (3) buyurdu.

Televizyon seyrederken ya da en basitinden Instagram’da gezinirken “Aniden önüme nâmahrem birinin bir fotoğrafı çıkar.” korkusuyla ekrana tesettürsüz bakmayan hatta tesettürsüzken telefonu eline dahi almayan hanımlardan haberdar mısınız? Bir defa taviz verse bu hâlinden hemen peşinden pişmanlıkla ettiği tövbesine eşlik eden gözyaşlarından da haberdar değilsiniz değil mi?

Cennet kimler için süsleniyor ve kimleri bekliyor bilmediğimiz nice inciler var.

“Başın dik yürü! Aksi takdirde bu senin kendine güvenmediğin manasına gelir.” naralarıyla ezik muamelesi yaptıkları nice eğik başlar var ki melekler Hazreti Osman’dan hayâ ettikleri gibi onlardan da hayâ eder.

Ve o gözlere nâmahrem dokunamaz. Unutmaz o. Asla unutamaz kafasını çevirdiğinde karşılaşabileceği haram nazarları. Olur da unutursa ve elinde olmadan değerse bir bakış gözlerine o an sadece birkaç salise sürer ve anında yüzü ciddileşir, gözleri en uzak köşeye kitlenir kalır. İçinden ettiği “Aman ya Rabbim, iffetimi muhafaza et!” çığlığını ise bir tek Rabbi işitir.

Bu hakikatlere cahil nice kendini bilmezlerin kirpi dilleri yüzünden bir köşede sessizce dökülen gözyaşları vardır onlar sadece yağmurun altındayken saklanmadan ağlar.

Zannediyor musunuz ki o kendini bilmezler onları utandırabilir ve o yüzden sessiz ağlarlar? Hayır haşâ! Yiğitlerin hayâsı Allah içindir. Onlar sadece acıdıkları ve “Bilmiyorlar Allah’ım,  bilselerdi yapamazlardı.” diye şefkat ettikleri için ve şefkat gösterişten uzak en kıymetli bir duygu olduğu için göstermezler gözyaşlarını.

Bir de bir hâlleri daha vardır ki sessiz ağladıkları “Ben tasa ve üzüntümü ancak Allah’a arz ederim.”(Yusuf Suresi 86) diyen Yakup peygamber gibi düşündükleri için başkalarına göstermeden içleri yanar tutuşur. Ne zaman biliyor musunuz? İffetli bir hanım eğer insanların onun iffetinden şüpheye düştüklerine şahit olursa buna neredeyse kalbi dayanamaz. Neredeyse diyorum çünkü o hâl ölecek gibi olup ölememek gibidir. Daha fazla ne üzer onu böyle bilmem, iffet onun ruhu gibidir çünkü. Çıkarsa yaşayamaz. Çıkacak gibi olursa can çekişir. İnsanlar ona iftira ederse bu hâl onun üstüne toprak atıp diri diri gömmek gibidir.

Namuslu bir hanıma iftira etmeyi neden bu kadar büyük haramlar arasında yazmıştır Allah anladınız mı şimdi?

Bu yüzden suizan etmekten dahi koruyun kalbinizi. Çünkü o hanımın hatırı Allah katında nasıl da yüksektir akıllar idrakinden aciz kalır.

Rabbi’nin tertemiz bir inci çiçeğidir o. Onun iffetinin izzetini bizzat Cenab-ı Hak muhafaza eder.

Aişe annemize iftira ettikleri zaman o çok hasta olduğu için bu durumdan onu haberdar etmezler. Günlerce ateşten yanıp tutuştuğu bir hastalıktır. Bir gün bir şekilde kulağına gelir hakkında söylenen yalan sözler. O zamanı şöyle anlatır annemiz:


“O kadar ağladım ki ağlamaktan ciğerlerim kopacak, parçalanacak sandım.”(4)

Dedim ya öyle bir hanımın hâmisi bizzat Rabbidir. Annemiz de bunu gayet iyi bilir ve tevekkül eder Rabbi’ne. Der ki insanlara:

“Vallahi!” der “Ben anladım ki siz halkın yaptığı dedikoduyu işitmişsiniz. Hatta onlara inanmış gibisiniz! Şimdi ben, size o kötülükten uzağım desem, ki Allah biliyor uzağımdır, beni doğrulamazsınız!”

“Farazâ, ben, kötü bir iş yaptım(!) desem, ki Allah biliyor, ben böyle bir şeyden uzağım, siz beni hemen tasdik edersiniz!”

“Vallahi, ben kendim için de, sizin için de Yâkub’un (a.s.) oğulları ile olan misâlinden başka getirecek misâl bulamıyorum. Nitekim, o zaman o, ‘… Artık, bana düşen güzel bir sabırdır. Söylediklerinize karşı ancak Allah’tan yardım istenir. (Yusuf Suresi 18)’ demişti.” (5)

Allah’tan gelen yardım ise insanları karanlıktan aydınlığa çıkarmak için meleklerle indirilen Kur’ân-ı Azimüşşan’ın ebede kadar sürecek âyetleri olur:

“İftirâyı atanlar, içinizden bir zümredir. Bunu sizin için bir şer saymayın. Aslında bu sizin için bir hayırdır; böyle imtihanlar sizin sevâba erişmeniz için birer vesile teşkil eder. İftirâ atanların her birinin o günahtan kazandığı bir hisse vardır. Onlardan günahın büyüğünü üzerine alan kimse için ise pek büyük bir azap vardır.”

“O iftirâyı işittiğinizde, mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların, kendileri hakkında hayır düşündükleri gibi mü’min kardeşleri hakkında da hayır düşünerek ‘Bu apaçık bir iftirâdır.’ demeleri gerekmez miydi?”

“Bu iftirâyı ispat etmek için dört şâhit getirmeli değiller miydi? Mâdem şâhit getirmediler o hâlde Allah katında onlar yalancıların tâ kendileridir.”

“Eğer dünyada ve âhirette Allah’ın lûtuf ve rahmeti üzerinizde olmasaydı içine daldığınız şey yüzünden size pek büyük bir azap dokunurdu.”

“O zaman siz o iftirâyı dilden dile naklediyor ve hakkında bilginiz olmayan şeyi ağzınıza alıp söylüyor, bunu da basit bir iş sayıyordunuz. Halbûki o, Allah katında pek büyük bir günahtır.”

“Onu işittiğinizde ‘Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ, bu büyük bir iftirâdır.’ demeniz gerekmez miydi?”

“Gerçek mü’minlerseniz Allah size bir daha böyle bir günaha asla dönmemenizi öğüt veriyor. Âyetlerini de Allah size böylece açıklıyor, Allah her şeyi hakkıyla bilen, her işi hikmetle yapandır.”

“Îmân edenler hakkında çirkin söz ve hareketlerin yayılmasından hoşlananlar için dünyada da âhirette de pek acı bir azap vardır. Allah her şeyi bilir, siz ise bilmezsiniz.”

“Eğer üzerinizde Allah’ın lûtuf ve rahmeti olmasaydı ve Allah pek şefkatli ve pek merhametli olmasaydı helâk olup giderdiniz.”

(Nûr Sûresi, 11-20)






(1) Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 26-27

(2) Deylemi

(3) Ebû Davud, Libas 37, 4112; Tirmizî, Edeb 29, 2779; Kütüb–i Sitte, 10. cilt, s.233

(4) Sîre, 3:311-312; Müslim, 8:114; Tirmizî, 5:332-333

(5) Müslim, 8:116.